Türkiye’de Tanzimat dönemine ve bu dönemin yöneticilerine yönelik eleştirel bir görüş hâkim olmuştur. Devrin başlangıcını simgeleyen Tanzimat Fermanı’nın mimarı Mustafa Reşit Paşa övülmüş, “Büyük Reşit Paşa” diye anılmış, ölümü devrin bitişini simgeleyen Mithat Paşa ise Türk anayasacılığının ve meşrutiyetinin kurucusu olarak selamlanmış, yine takdir edilmiştir. Fakat bu iki devlet adamı arasındaki döneme damgasını vurmuş Ali ve Fuat Paşalar aynı övgüye mazhar olamamışlardır. Ali ve Fuat Paşalar, 1856-1871 arasındaki on beş yılda neredeyse daima Sadrazamlık veya Hariciye Nazırlığı görevinde bulunmuşlardır. Islahat Fermanı’nın ilanından 1869’da Fuat Paşa’nın, 1871’de ise Ali Paşa’nın ölümüne dek süren bu dönem Osmanlıcılık fikrinin altın yılları olmuştur.
Osmanlı Klasik Çağı’na bakanlar hep dinsel hoşgörünün varlığına dikkat çekmişlerdir. Tabi bu Türkler ve daha çok da bölgede nüfuzlarını artırmak isteyen yeni-Osmanlıcılar için siyasi bir övünç kaynağı olmuştur. Bu dönemdeki dinsel hoşgörü, ulus devlet inşasına başlamış olan Batı Avrupa toplumlarındaki durumla kıyaslanamaz düzeyde olsa da, idealleştirilmemesi gerekir. Osmanlı’daki dinsel hoşgörü büyük ölçüde İslam hukukundan ve Türklerin heterodoks inançlarından dolayıdır. İslam hukuku ehl-i kitap sayılan Hıristiyanların ve Musevilerin korunmasını buyurur, böylece bunlara zımni statüsü verilmiş olur. Fakat anlaşılacağı üzere bu tolerans ehl-i kitap olmayan inançları ve hatta İslam içindeki farklı inançları (özellikle Şiiliği) kapsamaz. Hıristiyanların ve Musevilerin inanç ve yaşama hakları Osmanlı tarafından korunur. Bunlar din ve mezhep ölçütlerine göre milletlere bölünür, devlet ile ilişkilerini ruhban aracılığıyla sağlarlar. Fakat Müslümanlar ile eşit değillerdir, daha aşağı bir statüde varlıklarına tolerans gösterilir. Gayrimüslimler ata binemez (çok zengin ve imtiyazlı bazı istisnalar dışında), mahkemelerde Müslümanlar aleyhine tanıklık edemez, subay olamaz ve genelde devlette yükselemezler. İslam’dan başka bir dine dönmenin cezası ölümdür. Onların bu durumu, milliyetçiliğin ve Osmanlıcılığın yükselişiyle düzelecektir.
Bu “gayrimüslim açılımı”nın ilk icracılarından biri olarak 2. Mahmut’u görebiliriz. Ölümünden kısa süre önce Müslüman tebaasını camide, Hristiyan tebaasını kilisede ve Musevi tebaasını da havrada görmek dışında onlar arasında bir ayrım yapmadığını söylüyordu. Bu Osmanlı için bir yenilikti. Önceden bir İslam devleti olan Osmanlı için tebaa demek Müslümanlar demekti, ötekiler yaşama imtiyazına sahip zımniler idi. Yeni fikir, henüz yurttaş katına yükselemeseler bile herkesin tebaalıkta eşitlendiğini belirtiyordu. Fransız Devrimi’nin liberal ve milliyetçi fikirlerinin bu sonuca yol açtığını söyleyebiliriz. Avrupa’da Avusturya, Rusya ve Osmanlı gibi imparatorluklar onlarca ulusa hükmediyorlardı. Bu uluslar arasındaki ilk bağımsızlık hareketlerinin ideolojik zemini Fransız Devrimi’nin milliyetçilik fikriyle hazırlanmıştı. Bunlar çoğunlukla romantik hareketlerdi, uluslarının güçlü ve özlenen geçmişlerine vurgu yapıyorlar, köylülerin saflığını ve özverilerini yüceltiyorlardı. Tabi nihai olarak da bağlı bulundukları imparatorluktan koparak kendi devletlerini kurmak istiyorlardı. Osmanlı, Yunanistan’ın bağımsızlığını ve Sırbistan’ın özerkliğini kazanmasıyla sonuçlanan bu meydan okumayı Fransız Devrimi’nin bir başka fikrini, liberalizmi kendine uyarlayarak cevapladı. 1856-1871 arasındaki dönem imparatorluğun “liberal” yılları olarak bilinir. Gülhane Fermanı’nda tüm tebaaya can, mal ve namus güvenliği garanti edildi, bütün tebaanın eşitliği ilan olundu. İnsan hakları ve yurttaşlık fikirlerinin ilk nüveleri bu fermanda görülebilir. Böylece Osmanlıcılık devri başlamış oldu.
1856’da Islahat Fermanı’nın ilanı Müslüman ve Gayrimüslim tebaanın eşitliği hakkında daha ileri adımlar içeriyordu. Tanzimat Fermanı’nın aksine, Islahat Fermanı’nda İngiltere’nin ve özellikle Fransa’nın etkisi vardır. Bu iki devlet, Kırım Savaşı’nda Osmanlı’nın yanında yer almış ve bizzat savaşmışlardı. Rusya’ya karşı bir zafer kazandılar ve müttefikleri Osmanlı’yı yeni bir reformlar dizisini ilan etmeye zorladılar. Islahat Fermanı bu şekilde ilan edildi ve Paris Anlaşması ile Osmanlı’nın Avrupa Uyumu’nun bir parçası haline gelmesine fayda sağladı. Osmanlı, Gayrimüslim vatandaşların entegrasyonu için daha ileri önlemler almayı, karma okullar kurmayı, askeriyede karma birlikler kurmayı ve onlara yönelik “gâvur” gibi aşağılayıcı söylemleri cezalandırmayı kabul ediyordu. Ferman gayrimüslimler karşısındaki imtiyazlı ve üstün konumlarını kaybettiklerini düşünen Müslümanlarca husumetle veya en iyi ihtimalle tepkisizlikle karşılandı. Örneğin Rumlar da, Yahudilerle eşit konuma gelmiş olmaktan memnuniyetsizlerdi. Ancak devlet, yurttaşlarının kayıtsızlığına ve bazen direnişine rağmen bu projeyi uygulamaya başladı. Mustafa Reşit Paşa’nın yetiştirmeleri olan Ali ve Fuat Paşalar, tercüme odası çıkışlıydılar. İmparatorluğun modernleşmesine ve bütünlüğünü korumasına büyük önem veriyorlardı. Hristiyan yurttaşları, kendi etnik ve kültürel kimliklerini korumalarına müsaade ederek bir Osmanlılık potası içinde eritmeyi düşünüyorlardı. Bu dönemde birçok ileri adım da atıldı. Devlet yönetimine gayrimüslimler gerçekten de kabul edildiler, bu Fransa’nın gözünü boyamak için yapılan bir manevra değildi. Örneğin 1860’lı yıllarda, Avrupa’daki Osmanlı büyükelçilerinin çoğu Hristiyan’dı. 1868 yılında Agathon Efendi Nafıa Nazırlığı görevine atanarak imparatorluğun ilk gayrimüslim nazırı oldu. Müslüman ve gayrimüslim gençlerin birlikte Fransız tarzı eğitim görebilecekleri Galatasaray Lisesi açıldı. Askerlik konusunda aynı mesafe alınamadı. Cizye vergisi kaldırıldı fakat gayrimüslimler askerlik yapmaya istekli değillerdi ve Müslümanlar gayrimüslim subaylara sahip olma fikrine dehşetle bakıyorlardı. Orduda erleri gayrete getirecek seküler bir motivasyon kaynağı henüz mevcut değildi, askerler hala İslam adına savaşıyorlardı. Bu reformların hepsi, o dönemde imparatorluğun bütünlüğünün korunmasından yana ve ilerlemesine sempatiyle bakan Fransa ve İngiltere tarafından desteklendi. Paris Anlaşması ile Karadeniz’e çıkışı sınırlandırılmış ve aşağılanmış olan Rusya ise, Osmanlı reformlarına kuşkuyla bakıyordu. Her şeyden önce Rusya güçlü bir Osmanlı’yı arzulamıyordu, Osmanlı’nın iyileşmesi mümkün olmayan hasta bir adam olduğunu ve en kısa sürede en az teferruatla paylaşılması gerektiğini düşünüyordu. Rusya kendi içinde güçlenen pan-Slavist kamuoyunun da etkisiyle Balkanlar üzerinde hak ilan ediyor, kendini bu bölgenin hamisi olarak görüyordu. Dolayısıyla Osmanlı’nın bu bölgede varlığını pekiştiren merkeziyetçi politikaları ve eşitlikçi reformları Rusya’nın işine gelmiyordu, onlar azami bir âdem-i merkeziyetten ve Osmanlıcılık politikasının terkinden yanaydılar.
Tanzimatın Rusya’dan başka en büyük muhalifleri Yeni Osmanlılardı. Yeni Osmanlılar Ali ve Fuat Paşaların nispeten otoriter yönetimine karşı çıkıyor, büyük ihtimalle bu iki paşaya karşı kişisel husumet de besliyorlardı. Onlar millet iradesinin tecelli edeceği bir meclisin kurulmasını ve bir anayasanın ilan edilmesini istiyorlardı. Ülkeyi terk edip Ali Paşa’nın öldüğü 1871’e kadar çeşitli Avrupa ülkelerinde yaşadılar ve buralarda gazeteler çıkararak Osmanlı yönetimine muhalefetlerini sürdürdüler. Yeni Osmanlılar bir modernleşme görüşüne sahiplerdi, ancak bunun Tanzimatın resmi ideolojisinden daha ılımlı olduğunu söylemek mümkündü. Yönetime en büyük eleştiriyi Islahat Fermanı üzerinden yapıyorlardı. Osmanlıcılık fikrine tam olarak karşı çıkmasalar da Müslümanların gayrimüslimler karşısındaki imtiyazlı ve üstün konumlarını kaybetmelerini kabul edemiyorlardı. Ayrıca gazetelerinde gururla efkâr-ı umumiyenin, yani kamuoyunun temsilcisi olarak konuştuklarını belirtiyorlardı. Dolayısıyla her ne kadar anayasal ve parlamenter bir rejimden yana oldukları için politik olarak daha ileri olsalar da, sosyal açıdan Tanzimat idaresinden daha muhafazakâr oldukları tespiti yapılabilir. Yeni Osmanlılar karışık fikirlere sahiptir. Sultanın ve iktidarın önündeki geleneksel denetleme mekanizmaları olan yeniçerilerin kaldırılışına dahi sitem ederler, yeniçerileri kamuoyunun sözcüsü olarak görürler. Onlara göre bu denetleme mekanizmasının kaldırılması önce sultana sonra da Babıali’ye sınırsız bir otorite sağlamış, böylece bunlar milletin çıkarlarına ters olan reformlar geliştirmişlerdir. Yeni Osmanlılar siyasi meşruiyetlerini büyük ölçüde İslam’dan ve İslam hukukundan sağlamışlar, parlamenter yönetimi İslam’daki meşveret kavramına benzeterek savunmuşlardır. Bu anlayışa göre hükümdar tebaasına danışmalıdır. İslam’ın kendisinin de iktidarın yetkisi üzerinde sınırlayıcı bir etkiye sahip olduğunu belirterek faydalı ve zaruri olduğunu savunmuşlardır. Şerif Mardin’in yaptığı bir benzetmeyle, Yeni Osmanlıları feodal Avrupa’nın mutlakıyet üzerine düşünen filozoflarıyla kıyaslayabiliriz. Yani Yeni Osmanlılar yurttaşların eşitliği anlamına gelen Osmanlıcı fikirleri Müslümanların çıkarlarına aykırı bularak eleştirmiş, şeriatın güncel olduğunu ve uygulanması gerektiğini savunarak İslamcı fikirlerle ikame etmiştir. Siyasi kurumlar konusunda öncü oldukları düşünülebilir ancak unutulmamalıdır ki bu kurumları Müslümanları tekrar hâkim ve imtiyazlı kılmak ve onların sosyal muhafazakâr fikirlerini Tanzimatçı aydınlara karşı savunabilecekleri bir platform yaratmak amacıyla talep etmişlerdir. Kaldı ki Ali ve Fuat Paşaların parlamenter yönetime tam anlamıyla karşı olmadıkları; Tanzimat meclisleri, Şura-yı Devlet ve çeşitli yerel meclisler aracılığıyla ülkeyi bu tarz bir yönetime kademeli olarak hazırladıkları savunulabilir. Bu perspektiften yapılan bir okuma, cumhuriyetin mi yoksa Abdülhamit devrinin mi Yeni Osmanlıların ideolojik mirasçıları olduğunu tartışmaya açabilir.
Kaynakça
Gücüm, K. (2015). İmparatorluğun Liberal Yılları 1856-1871. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Mardin, Ş. (2015). Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu. İstanbul: İletişim Yayınları.