Gezi direnişi süresince, bir çoklarının kabul edeceği üzere, en çok dikkat çeken nokta taraftarların ya da tribünden olanların (bu söz üst kimliği ‘taraftarlık’ olan bireyler olarak tanımlanabilir.) eylemliliğiydi. Türkiye’de tribünler, daha önce bireysel olarak sokağa çıkmış ve polis gücüyle karşı karşıya kalmış olsalar ya da tribünde son dönemlerde sürekli karşılaşıyor olsalar dahi, toplumsal bir olaya bu denli kitlesel bir katılım göstermeleri ilk kez rastlanılan bir durumdu. Özünde dikkat çekici olan, katılımın da ötesinde, tribünlerin direniş sırası ve sonrasında büyük sorumluluklar üstlenmeleriydi.
Peki, tribünler bundan bir 10-15 yıl öncesine kadar, özellikle sol-entelektüel cenah tarafından göz ardı edilen, hatta bu çevrelerce tribünden olanın hor görüldüğü bir pozisyondan nasıl oldu da, Türkiye’nin yakın tarihindeki belki de en büyük toplumsal olayında böyle bir pozisyon alabildi yahut sokaktaki insanlar tarafından nasıl bu derece benimsendiler? Bana kalırsa, sorunun cevabı memleketin politik ortamında yatıyor. Birçok insanın politik olarak gidecek liman bulamaması, siyasi hareketlerin kendi içlerinden kitlesel bir eylem bile çıkaramayacak kadar bölünmüşlüğü ya da siyasi ortamın kendini idam ettirmekten dahi aciz ve kokuşmuş olması, bu ortamı açıklayabilir. Özetlemek gerekirse, insanlar tribünden sokağa inenlerin ‘masumiyeti’ne güvendiler ve bunu kalkan ettiler kendilerine.
İkinci bir soru da: Tribünleri, Gezi Direnişi boyunca böyle bir etkinliğe sahip olmak için tetikleyen, onları sokağa çıkaran faktörler neler/di? Öncelikle, bu sorunun yönünün, bu tip toplumsal olayları doğal refleks haline getirmiş tribün ya da taraftar grupları olmadığını; tribünün genelinin etkinliğinin olduğunu belirtmeliyim. (Bu taraftarları ve grupları örneklemek gerekirse: Adana Demirspor tribünü, Beşiktaş’tan Halkın Takımı ve Beleştepe, Fenerbahçe’den Vamos Bien, Galatasaray’dan Tek Yumruk, Gençlerbirliği’nden Alkaralar ve Kara Kızıl, Ankaragücü’nden Sokak vs.)
Sorunun cevabına gelecek olursak; öncelikle futbolun endüstriyelleşmesinin sonucu olarak taraftarı müşteriye evirme ve tribün kültürünü yozlaştırma çabaları olarak özetleyebiliriz. Ufak bir örnek vermek gerekirse: fahiş bilet ve kombine fiyatlarını, söyleyebiliriz.
Bir diğer sebep olarak da kulüp yönetimlerinin, futbol federasyonun ve devlet güçlerinin tribünleri kontrol altına almaya(bunu endüstriyel futbola uygun hale getirmek olarak da yorumlayabiliriz.) ve tribünden olan insanların çeşitli uygulamalarla özlük haklarının elinden alınmaya çalışılması gösterilebilir. Şöyle ki, deplasman yasaklarından, 6222 sayılı kanuna; tribündeki polis şiddetinden, pankart, davul gibi tribünün temel argümanlarının yasaklanmasına; federasyon ve kulüplerin keyfi uygulamalarından, taraftarın haklarını savunacak yahut onları kale alacak hiçbir mercii olmaması gibi sayısı daha da artırılabilecek birçok sebep sıralayabiliriz. Bu faktörler, tribünleri Gezi direnişi için yoğururken aynı zamanda onların tecrübe kazanmasını sağladı. Birkaç spesifik örnekle gidecek olursak; Fenerbahçe taraftarlarının 3 Temmuz sürecinde sık sık ve yoğun bir şekilde iktidar güçleriyle ve medyanın manipülasyonu ile karşı karşıya kalması, yine 12 Mayıs 2012’de Galatasaray ile oynanan maçın ardından polisin gereksiz şiddetine maruz kalması, Beşiktaş tribünlerinin polis güçleriyle olan çatışması, Ankaragücü’nün geçirdiği yönetimsel buhranlar sonucu tribünün sahaya yansıttığı öfkesi, Galatasaray tribünlerinin, Türk Telekom Arena’ya geçiş sürecinde iktidar tarafından yıpratılmaya çalışılması gibi tribünleri tetikleyen pek çok spesifik faktör sayabiliriz.
Peki, bundan sonra tribünler için süreç nasıl ilerleyecek? Liglerin başlamasıyla birlikte, zaten baskı altında olan tribün dinamiklerinin, tribünlerin Gezi sürecinde etkin rol alması ve bu süreci tribünde devam ettirme isteğine karşı baskıların artışı da gecikmedi. Sezonun başlangıcı ile birlikte bir çok tribünde hemen her maç ‘Her Yer Taksim’, ‘Sık Bakalım’ sloganlarının yükselmesi, Gezi’ye yönelik pankartların açılması birden tribünlerin karşısına ‘Maçlarda siyasi slogan atılması’ diye bir ceza çıkardı ve Spor Bakanı Suat Kılıç, buna önderlik etmekten, ‘Tribünde siyaset istemiyoruz’ söylemlerinden kaçınmadı. Oysaki kendisi transfer sözleşmesi imzalatmaktan hiç geri durmadı, Başbakan başta olmak üzere tüm politikacılar parti mitinglerinde gittikleri şehir takımlarının atkılarını fütursuzca boyunlarına geçirmekten çekinmedi. Ya da Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, ‘Trabzon’a kupayı getireceğiz inşallah’ demeçleri verirken, kulüp başkanları Mursi atkısı takıp, tribünlerde Mursi pankartı açıldığında yahut Emre Belözoğlu ‘Rabia’ işareti yaparken futbola siyaset hiç bulaşmamıştı. Kısaca, ‘futbolda siyaset istemiyoruz’ söylemiyle davranışlarındaki tezatlık, iktidar güçlerinin tribünde siyasete karşı değil; muhalefete karşı olduğunu açık şekilde gösterdi ve elbette bu absürdlüğe hiç takılmadan tribünlere gereken cezayı ödetmekten geri durmayacaklarını da kanıtlamış oldu.
Tribün ne yaptı, ne yapacak? Öncelikle tribünler ve taraftar grupları ortak paydalarının da getirileriyle üretimin ve kolektivizmin en etkin ve efektif olduğu alanlardan biri. Birkaç somut örnekle gidelim; Gençlerbirliği taraftarları Akhisar ile oynadıkları maçta Gezi direnişi sırasında gözünü kaybedenler için tek gözlerini bantladı ve maçı bu şekilde izledi, ayrıca siyasi slogan yasağına ‘siyasi slogan’ diye bağırarak cevap verdi. Fenerbahçe tribünlerinde ise pankart yasağına karşı ‘Bu daha başlangıç, mücadeleye devam’ atkıları yapıldı ve birçok kişi tribüne bu atkılarla geldi ve Vamos Bien, Eskişehir’de eli sopalılar tarafından dövülerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz için bir beste yaptı. Ankaragücü’nden Sokak grubu, Sokak/İmalat-ı Harbiye fanzinlerinin beşinci sayısını Gezi direnişine ayırdı. Yani, tribünün ve tribünden olanların bu üretimi ve yaratıcılığı asla durmadı.
Sözün özü;
Pankartı yasaklayacaklar; atkı açılacak, göz bandı takılacak.
Siyasi slogan atmak yasak diyecekler; ‘siyasi slogan’ diye bağırılacak.
Konuşturmayacaklar, söz hakkı tanımayacaklar; fanzin çıkarılacak.
Ve bu insanlar mücadele ruhundan hiçbir şey kaybetmeden başka bir dünyanın, başka bir futbolun mümkünlüğüne inandıkları yolda yürüyecekler.
Maksim Gorki şöyle söyler: “Biz, gerekirse taşları bile zorlarız ve taşlar, biz istediğimiz için dile gelir.”
Eğer hiçbir şey yapamazsak; “Her yer Maksim, Her yer Gorki!” diye bağırırız biz de.