“Ve sana söylemek istediğim en güzel söz,
Henüz söylememiş olduğum sözdür.”
Yalan olmasın, Zülfü Livaneli’den dinlediğim bu şiirin Tsipras tarafından veda konuşmasında kullanıldığını öğrenince biraz gururlanmış, dizelerin içeridiği anlamı da anca 22 yaşımda idrak etmenin hüznünü yaşamıştım kendi kendime. Birkaç gündür de kafamda dolanıp durmakta bu dizeler, hem de epey yankı yaparak; sebebi belki de bu yazının yazılacak olmasıdır.
Evet dostlar -fikirlerimi dinleme nezaketi gösteren insanlara “dost” diyebileceğimi düşünmüşümdür hep-, kendi halinde yazılar yazan bir adam olarak, Gazete Bilkent’teki son yazımı yazmaktayım şu an; siz de okumaktasınız. Çok sevdiğim bir söz -hatta bir teori- vardır: “Zaman, bir akarsudan ziyade bir okyanustur.” diye. Böyle düşündüğünüz vakit, tarih yazmak daha da keyifli hale geliyor emin olun; zira benim bu kelimeleri yazdığım vakit, tam bu kelimeler klavyemden ekranıma dökülürken, siz de bu kelimeleri okuyor oluyorsunuz aslında. Ben hikayelerini yazarken, İranlı halk sokaklardaydı hakları için, İran kadınları kendi başlarını ve erkeklerinin zihinlerini açabilmek için savaş veriyordu; aynı vakitlerde Pablo Iglesias İspanya’dan yükseliyordu ve tüm dünya eşitlik isteyenler tarafından “işgal ediliyordu”. Ben onları yazarken, 5+1 ülkeleri ve İran masabaşında, anlaşmanın yollarını arıyorlardı; Ebu Tahir ise Nizam’ı hançerliyordu. Ben kelimelere dökerken, Gölcük depremi oluyordu. Tarih bir okyanustu ve yüzmesini bildiğiniz yahut sayfalardan yapılma bir gemiye sahip olduğunuz vakit, bazen çok yorsa da her yere, her zamana gidebiliyordunuz. Ben istedim ki, sizlerle beraber yüzelim, gemiyi beraber idare edelim; yorulsak da zaman zaman, epey açılalım. Yazı yazdığım masada, ekranın arkasında siz vardınız yine yazdığım her kelimeyi okuyan; istedim ki masanın diğer ucuna da sizin de benim de bir şeyler öğrenebileceğimiz, hayatımıza bakışımızı biraz da olsa değiştirebilecek birilerini koyayım. En içten şekilde buna çabaladım, dilerim ki bu on yazı boyunca bunu becermişimdir.
Söyleyemediğim de çok şey kaldı, dilerim ki Nazım’ın dediği gibi güzeldirler. Sizlere Akdeniz’in son özgür adamı Turgut Reis‘ten bahsetmeyi çok isterdim; Hayyam ve şarap dökülen yıldızlarını anlatmayı, Makyavel‘in beyaz atlı olmayan bir prensin peşinde geçen hüzünlü ömrünü, Mustafa Kemal‘in daha güzel günler yaratmak için nasıl çabaladığını, Voltaire‘in ne de güzel güldüğünü sizlere kendimce anlatmayı çok dilerdim. Kadınlardan konuşmayı çok isterdim, sokağa inen kadınlardan; hatta bir şeylerin peşinde sokağa inen herkesten konuşabilmek isterdim. Fikirleri yahut kafaları kesenleri eleştirmek; insanı ve insanlığı aşağılayanlara sövmek; özgürlüğü hapsedenlere, insanı birbirine kırdıranlara, sevgiyi yok sayanlara küfretmek isterdim. Yalanın rengi olan akı rengarenk boyamak, kelimelerle sarayları yıkmak, baş kan dökücülerden hesap sormak için her şeyimi verirdim. Bunları bu güzel gazetenin sayfalarında yapmayı çok isterdim elbet; fakat artık daha başka yerlerde, daha farklı biçimlerde yazma vaktim geldi sanırım dostlar. Olur ki okumak isterseniz, bu yeni girişeceğim işi sizlere de zevkle ulaştırırım. Fakat, ziyadesiyle meşgul olacağım için ve yeni yazı işi sebebiyle gazeteye yazacağım yazılara gerektiği önemi veremem korkusundan, buradaki yazarlık sürecimi sonlandırmaya karar verdim.
Bu noktada, birkaç minik teşekkürü de araya sıkıştırayım. Öncelikle, yazarlarına karşı daima sıcacık bir samimiyetle ve içten bir hoşgörüyle yaklaşan, yazarlarının kendini geliştirebilmesi için elinden geleni yapan sevgili editörüm Enes Ayaşlı‘ya koca bir teşekkür borçluyum. Bunun yanında, bir birimin nasıl olması gerektiğinin somut hali olan ve hepsini tanımaktan sonsuz mutluluk duyduğum Gazete Bilkent Tarih birimi ailesine de yazmak için insanı motive eden bir topluluk olduğu için teşekkürlerimi sunarım. Gazete Bilkent ailesinin yönetim birimlerine de, yazabilmemiz, fikirlerimizi siz dostlara ulaştırmamız için ellerinden geleni yaptıkları için teşekkür ederim.
Tabi bunun yanında, her yazımı daha yayınlanmadan okuyup her seferinde neyi daha iyi yapabiliriz diye kafa yoran “en sadık okurum” ve kardeşim kadar yakın dostum olan Tufan Buğra Özkan‘a da sonsuz teşekkürlerimi letmek istiyorum. Her şey için çok sağ ol Tufum.
Son olarak da, beni okuyan sizlere de bir teşekkür borçluyum dostlar. Zira sizler fikirlerimi okumaya değer bulmasaydınız, yazmak için gerekli cesareti belki de kendimde bulamayabilirdim. Sizler eleştirmeseydiniz, kendimi geliştiremezdim. Fikirlerimi ve öğrendiklerimi sizlerle paylaşabilme arzusuyla yazmaya başladım; bu yolda da elimden geleni yapmaya çalıştım. Elbet hatalarım, eksiklerim olmuştur; öğrendikçe, okudukça da ne kadar cahil olduğumu daha da fark ediyorum zaten. O sebeple, kendimce verdiğim bu uğraşta sizleri üzecek bir hatam olduysa, affola. Çoğunuzun isimlerini ve yüzlerini bilmiyorum-bildiklerimin hepsini yanaklarından öpüyorum-; fakat ben bunları yazarken, masamın karşısındaki diğer sandalyeye beni okumak için oturmuş olan her birinizi içten bir biçimde seviyorum ve tekrar, teşekkür ediyorum.
Yazıyı da Russell‘ın pek sevdiğim sözüyle bitireyim;
“İyi bir hayat, ilhamını sevgiden alır ve yolunu bilgiyle bulur.”
Yelkenleri açıp okyanusa açılma vakti dostlar. Kendinize iyi bakın, başka mecralarda görüşmek üzere…
Hoşça kalın.