Büyük bir kesim tarafından beğenilen, kültleşmiş sinema yapıtlarını incelediğimizde hikayelerinin; insanlığın ortak değerlerinden, kültüründen kopup gelmiş bir çok ögeyle iç içe oluşturulduğunu görürüz. Bu filmlerin beğenilmesindeki en önemli sebeplerden biri, izleyicilerin insanlığın ortak değerlerinden, kültüründen harmanlanarak oluşturulmuş hikayeye duyduğu yakınlıktan kaynaklanmaktadır. Yani kısaca bir filmi beğenerek izleyebilmemiz filmle ortak değerlerimizden beslenen hikayesel bir bağ kurmamıza bağlıdır. Bir sinema yapıtıyla sağlıklı bir hikayesel bağ kurabilmemiz de, ona nüfuz edebildiğimiz yani onu anlayabildiğimiz oranda muhtemel olabilir. Peki bu düşüncelerin aksine, bir sinema yapıtını hikayesel bir bağ kurmadan da beğenemez miyiz? Yani illa bir filmi beğenebilmemiz için o filmi anlamamız, senaryoyu özümsememiz mi gerekir?
İnsanlığın ortak değerleriyle beslenen hikayesel bağdan ne kastettiğimi, geçtiğimiz aylarda yeni filminin vizyona girmesiyle yeniden popüler olan ve birçok insanın severek izlediği Star Wars serisiyle biraz daha açmak istiyorum. Bu bilim-kurgu serisinde insanlığın ortak kültüründen, duygularından kopup gelmiş bir çok sahne mevcut. Örneğin; galakside bir yerden bir yere ışık hızıyla seyahat etmeyi ve bir gezegeni Ölüm Yıldızı gibi çok güçlü bir silahla yok etmeyi mümkün kılan teknolojinin karşısında Jedilar’ın bu devasa gücün karşısına basit bir ışın kılıcıyla çıkması. Davud ve Câlut’un (Kur’an’a göre) hikayesine benzer bir hikaye bu. İncil’deki adıyla David ve Goliath’ın hikayesi. Bu hikayede Davut, tıpkı Star Wars’taki Ölüm Yıldızı gibi, çok kudretli ve devâsa bir dev olan Câlut’la savaşacaktır. Calut çok güçlü olmasına rağmen alnında miğferiyle sakladığı bir zayıf noktası vardır, tıpkı Star Wars’ta Ölüm Yıldızının iç yüzeyinde bir zayıf noktası olması gibi. Hikayenin sonunda da Ölüm Yıldızı’na uğramış olan malum son: Ölüm, Câlut’u zayıf noktasından kıskıvrak yakalamıştır. İki hikayenin sonu da çoğu destansı hikaye gibi aynıdır: iyi taraf kazanmış, kötü taraf kaybetmiştir. Çoğumuz Davut ve Câlut’un bu hikayesini tam olarak bilmese de güçlü, acımasız, zalim bir devin bir halk kahramanı tarafından -zayıf noktasını hedef alan kılıç veya ok darbesiyle- öldürüldüğünü biliriz. Çünkü bu basit hikaye diğer ülkelerin kültürlerinde ve destanlarında olduğu gibi bizim kültürümüzde, destanlarımızda da mevcuttur aslında. Kimi zaman Dede Korkut Hikayeleri’nde şahit oluruz bu bilindik senaryoya, kimi zaman ise kadim Türk Destanları’nda. Yani dünyada büyük ilgi görmüş Star Wars filminin hikayesi, temel taşlarıyla insanlığın ortak kültüründe zaten mevcuttur. Bu tanıdık kültür de seyircilerin filmdeki karakterleri kolayca içselleştirebilmesine ve olaylarla sıkı bir bağ kurmasına yardımcı olmuştur. Ortak tarihimizden, kültürümüzden gelen bu sıkı bağ ise Star Wars Efsanesi’nin tüm dünyada farklı kültürler tarafından yıllardır izlenmesinin başlıca sebeplerinden biridir.
Peki Star Wars gibi filmlerin aksine bir filmi beğenebilmemiz için o filmle hikayesel bir bağ kurmamız şart mıdır? Sanırım bu soruyu David Lynch çektiği filmlerle cevaplayabilmeyi başarmıştır. Bana göre usta yönetmen Lynch’in, filmlerini karmaşık bir zaman örgüsünde çekmesinin sebeplerinden biri de seyircilerin filme nüfuz etmeden, filmi anlamadan da filmi beğenebileceklerini ispatlamaktır.
Lynch’in ilk izlediğimiz filmi Lost Highway ise (1997) lineer akan bir senaryo olmadığından, beynimiz allak bullak olmuş halde bekleriz filmin sonunu. Ama nedense çok sıkılmayız filmi izlerken. Hatta film bitince hikayeyi tam olarak anlamasak da garip bir şekilde çok da çamur atamayız. Çünkü Lynch her ne kadar sürreal bir anlatım kullansa da; müzikleriyle, diyaloglarıyla ve garip tiplemeleriyle gizemi ve gerilimi iliklerimize kadar hissettirmeyi başarır. Yanlış anlaşılmasın Lynch senaryolarını anlaşılmamak üzerine kurmamıştır. Sinemasının ulvi amacını bu tarz komplike senaryolarda gösterebilmiştir sadece. ‘’Nedir bu ulvi amaç?’’ diye merak ediyorsanız Lynch, bir röportajında çoktan vermiş bu sorunun cevabını:
“Hollywood’da hep geleneksel tarzda filmler yapılıyor. Öyküleri herkes anlıyor ve herkesin anlamadığı küçük bir nokta bile olsa telaş başlıyor. Ama işin asıl ilginç yanı, daha soyut kavramlarla uğraşmaya başlayınca ortaya çıkıyor. Sinemanın asıl büyüsü, gücü içgüdülerle hissetmekte, insanların tuhaf ve unutmayacakları bir hisle filmden ayrılmalarını sağlamakta yatıyor…”
Yani amaç somut bir senaryoyu en iyi şekilde açıklamak değil; Şiirsel Sinema’nın üstadlarından Tarkovsky’nin de yaptığı gibi soyut duyguları izleyicilere en iyi şekilde hissettirebilmek. Bir sinema eserinin bir hikayeyi, olayı anlatması çok zor bir şey değildir. Çok iyi bir yönetmen olmak gerekmez bu tarz somut anlatılar için. İyi bir oyuncu ve iyi bir bütçeyle seyircileri tatmin edebilecek bir cinayet sahnesi çekmek mümkündür. Asıl ustalık, tıpkı Suç ve Ceza’da Dostoyevski’nin yaptığı gibi cinayet işleyen bir adamın yaşadığı vicdan azabını betimlemekle ortaya çıkar. Asıl ustalık sevgi, aşk, nefret, pişmanlık, melankoli, huzursuzluk gibi kavramları seyirciye hissettirebilmekten geçer. Amaç bu duyguları yansıtmak olunca da yönetmen sanatına en uygun hikayeyi seçmek zorundadır. Seçtiği hikayeyi anlayıp anlamamamız ise yönetmenin amacı düşünüldüğünde, aslında çok da önemli değildir.
Andrei Tarkovsky, 1975 yılında sinema tarihinde eşi benzeri olmayan Zerkalo adlı filme imza atar. İki farklı zamanda, iki farklı aile yaşamının anlatıldığı film yönetmenin en empresyonist filmidir. Elle tutulur bir olay örgüsü ve hikaye göremeyiz filmde. Zaten Tarkovski de hikayeyi ayrıntısına kadar özümseyip, bir bağ kurmamızı istememiştir. İstediği kendimizi şiirselliğe bırakmamızdır. İstediği hikayede kaybolmamız değil, aktarılan duyguları iliklerimizde hissederek eşi benzeri olmayan bir manevi deneyim yaşamamızdır.
Aslında kabaca anlatmak istediğim; çoğu sinema eserinde ‘iyi senaryo’ kriteri filmin beğenilmesinde çok önemli bir etki taşısa da, sanatsal filmlerde hikaye bütünlüğü ve yalınlığı aramanın beğeni kriteri olmayacağıdır. Çünkü sanatın amacı kitlelere olayları, aksiyonları anlatmak değildir. Bir idam sahnesini çoğu yönetmen zorlanmadan çekebilir. Asıl ustalık idam mahkumunun yaşadığı psikolojiyi betimlemekte gizlidir.
Kaynak:
(Tarkovsky, Şiirsel Sinema)
(James Monaco, Bir Film Nasıl Okunur?)