Günümüz anlayışlarında bağlam, bir eserin anlam ve değer kazanması için gereken yegâne unsur olarak karşımıza çıkıyor. Bu anlayıştan hareketle, bir eserin yorumlanması ve algılanması için sadece bir iki değil, kaç defa alındıysa o kadar, belki de milyonlarca bağlam oluşturduğu kabul ediliyor. Bu teknik ifadeleri aslında birçoğumuzun defaatle yaşadığı günlük bir refleks ile açıklamak çok kolay. Özellikle roman üzerine konuşursak, konuya kafa yoran düşünürler tarafından sıkça bir eseri okumak için tek seferle yetinmemek gerektiği, bir eseri bilhassa bireyin kendi zamansal çizgisi içerisinde birden fazla defa okuması gerektiği, her okuyuşta yepyeni bir bakış açısıyla kurguyu daha farklı ele alacağı anlatılır. Bu durum, tam olarak da post-modern anlatıların öne sürdüğü çok bağlamlılık ilkelerini açıklayan günlük bir meseledir.
Öte yandan bu çok bağlamlılığı kavramak, roman için diğer sanatlara kıyasla kolaydır. Zira artık telif roman ve çeviri roman farkı giderek önemini yitirmiş, bundan elli sene önce telif roman olarak karşımıza çıkan eserler piyasanın açgözlülüğüne kurban gidip birer meta olarak, kurgusal işlevinin çok daha gerisinde bir halde karşımıza çıkar hale gelmiştir. Bu durum başta resim ve müzik olmak üzere güzel sanatlar için bu şekilde değildir ancak.
Romana kıyasla güzel sanatların bağlamsal olarak daha biricik olduğu kabul edilir. Bunun en önemli sebebinin post-modern felsefe teorilerinin tanım icabı klasik müziğe ve klasik resme uygulanamayacağı olduğu eleştirisi, kesinlikle yerindedir. Yine de, işimizi biraz daha kolaylaştırmak ve gelebilecek bu eleştiriye baştan bir ön-çürütme yapabilmek adına, edebiyattan vereceğim örnekleri de klasik dönem seviyesinde tutacağım.
Romantik dönemden Lamartine’in Graziella’sı, Hugo’nun İdam Mahkûmu, realist dönemden Zola’nın Thérèse Raquin’i, Stendhal’in Kırmızı ve Kara‘sı bu çok bağlamlılığa, kimi zaman hipermetinsel denebilecek farklı okuma ve yorumlamalara tamamen açıktır, ve açık olmakla kalmayıp bu tarz hipermetinsel yorumları tecrübe etmiştir de. Oysa benzer dönemden söz edecek olursak Beaugureau’nun Dante’si, Caspar Friedrich’in Gezgin’i, Delacroix’nın Özgürlük’ü az evvel zikrettiğimiz realist veya romantik dönemden roman kurguları gibi, çok bağlamlı değildir, bu şekilde algılanmaz ve onlarda olduğu türden bir consensus söz konusu değildir bu tablolarda.
Çok benzer şekilde Mahler’in 5 numaralı Senfonisi’nin de yorumlanmasının çoklu bağlamlara kapalı olduğunu söylemek gerekir, en azından genel izleyici ve alımlayıcı nezdinde. Richard Strauss’un Zerdüşt’ü, Wagner’in Nibelungen’i için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Peki bütün bunlar niçin önemli?
Varmaya çalıştığım nokta tam olarak genel alımlayıcı nezdinde resim ve müzik sanatlarının post-modern geleneğin bir parçası olduğu ve bu saiklerle ürün çıkartıldığı derecede, oysa edebiyatın her halükarda çoklu anlamlara ve bağlamlara açık olduğu düşüncesinin yerleşik olduğunu düşünmemdir. Oysa bu durum her zaman bahsedilen şekilde zuhur etmez. Pekala bir edebiyat eseri gibi, bir tablonun veya bir piyano sonatının da farklı anlamlara, yorumlara ve algılara açık olması onun salt motivasyonuyla ilgili değildir. Bu durum zaten tanım icabı çok yorumsallığı bir kavram olarak dışlardı.
Glenn Gould, Kanadalı bir piyanist. Bana kalırsa tüm zamanların en iyilerinden, rakibi ise yok denecek derecede az. Gould’u önemli yapan, onun piyano için müthiş eserler yazması değil. Dönemdaşı, hatta günümüzde dahi eserler veren birçok kişi bunu oldukça güzel başarıyor oysa. Gould’un önemi ise, bize öğretilenin aksine yepyeni bir yaratısal süreçten yeni bir ürün ortaya koymasından ziyade, varolanı varolduğundan çok daha güzel bir şekilde karşımıza koyması.
Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşım, bana günlük bir merak çerçevesinde, o an ne yaptığımı sordu. Yaptığım eylemin ne olduğunun fazla önemi olmaksızın, halimi hatrımı sormak için bu şekilde tevcih ettiğine inandığım sorusunu ben de aynı rahatlıkla, fazla bir şey değil, Glenn Gould dinlediğimi söyleyerek karşılık verdim. Klasik müzik dinlemeyi çok sevdiğini ve o an dinlediğim müziği onunla paylaşırsam çok memnun olacağını dile getiren arkadaşımla Gould’un tam o an dinlediğim Bach: Goldberg Varyasyonları derlemesindeki eserini paylaştım. Arkadaşımın bu duruma tepkisi, beni bu yazıyı karalamaya iten motivasyon oldu: İyi de bu Glenn Gould değil ki, Bach!
Kafamı kurcalayan soru da işte bu. Neden Bach’ı değil de Gould’u dinlediğimi düşündüğüm kafa yormasına, aslında kendimi hakikaten de Bach’ı değil Gould’u dinlediğime ikna ederek son verdim. Sebebi ise tüm yazının temel iddiası olan müziğin de farklı anlam ve keşiflere her zaman açık olduğu, yorumsallığın salt yazılı sanat ürünleriyle sınırlı olmadığı düşüncesiydi.
Bana kalırsa bir cereyan post-modernizm, içinde sanattan aldığımız hazzı her zaman arttıracak onlarca teknik barındırıyor. Bunların bir kısmı üretim aşamasında yanımızda olurken önemli bir kısmı da tüketim aşamasında oluyor. Bu yazıda, post-modernizmin tüketim tekniklerinden bir tanesi ile Gould sayesinde piyanoyu (ve belki de Bach’ı) nasıl yeniden keşfettiğimi anlatmaya gayret ettim.
“Sanatın amacı anlık bir haz salgısından ziyade katmanlı ve ömür boyu sürecek bir ihtişam ve huzur halinin inşa edilmesidir. “
-Glenn Gould