Birçoğu Abdülhak Hamit Tarhan’ı, eşi Fatma’ya yazdığı o meşhur Makber’i ile tanır. “Eyvâh! .. Ne yer, ne yâr kaldı, gönlüm dolu âh ü zâr kaldı, şimdi buradaydı gitti elden, gitti ebede gelip ezelden.” İç burkan, göz dolduran, insanın en derin duygularına dokunan, her kelimesi ile ölümü sorgulatan oldukça kuvvetli bir mersiye olan Makber’i okudukça ne çok sevmiş, ne güzel sevmiş dedirtir Tarhan. Bilmeyen için de, Şair-i Azam’ın en büyük aşkı, sırf bu mersiyesi yüzünden, Fatma Hanımdır. Ancak durumlar Tarhan açısından öyle bilindiği gibi değil aslında. Tarihe gömülü dev bir Lüsyen meselesi var bir de, onun en büyük zaafı, biricik aşkı, dünyanın toplu bir savaş kaosuna sürüklendiği zamanlarda kendini kaybettiği hikayesi var.
Aşk adeta randevulaştı onlarla,
1912’de, Brüksel baharında..
Asıl adı Maria Lucienne Sacre olan Lüsyen ile bir arkadaşının nişanında tanışmış Tarhan. Görür görmez “aşk” olduğunu anladığı hisleri Lüsyen’e karşı bir gün olsun değişmemiş sonrasında da, Maria Lucienne’nin ona tanışmalarından önce bile hayran olduğunu bilmeden üstelik. Hayranlık çok kuvvetli bir tanım oldu belki, farkındayım ama Tarhan’ın o dönemki şanı farklı, “insanların en yakışıklısı, en zarifi” olarak takdim edilirmiş, anılırmış yakın çevresi ve tanıdıkları arasında. Bu denli doğrudan kişiye adanmış güçlü sıfatlar ile süslenmiş bir övgü, herkes tarafından bu kadar abartılmış olamaz diye düşünüyorum. Tarhan, dış görünüşü bir yana, diplomatik kişiliği, entelektüel birikimi ve iz bırakan kalemi ile insanlar üzerinde böyle bir hayranlık uyandırmış olmalı.
Herkesin hayran olduğu, birçok ülkede tanınan saygı duyulan Tarhan’ın kalemi kadar, Lüsyen’e olan duyguları da kuvvetliymiş, kitap boyunca bunu fark ediyor okuyucu aslında. Dönemin zorlu şartları altında, çoğu zaman ayrı düştüğü sevgilisini, eşini asla ihmal etmemiş, mutluluğu için elinden geleni yapmış, yeri geldiğinde kendinden vazgeçmiş bu amaç uğruna. Lüsyen’in sağlam karakteri, kendinden taviz vermeyen tavrı, yaşı çoğu zaman ikili arasında büyük engeller oluşturmuş. Abdülhak Hamid’in zor kişiliği, radikal kararları ve değişken ruh hali de tuzu biberi olmuş kavgaların, ayrılıkların. İlişkileri bulundukları koşullara ve uyuşmayan şart ve kişiliklerine rağmen devam etmiş, 25 yıla yakın sürmüş, Tarhan’ın ölümü ile son bulmuş. Birçok dile haiz olan edebiyatçı Lüsyen’le olan gelgitli bu tutkulu uzun ilişkisini Latince bir alıntı ile belki de en net kendisi dile getirmiş;
nec sine te, ne tecum vivere possum
sensiz de seninle de yaşanmaz
Kitapta bu denli çarpıcı bir aşk örgüsü şüphesiz baskınlığını koruyor ancak Can Dündar, Lüsyen’de sadece tutkulu, ayrılık ve kavuşmalarla dolu bir aşk hikayesi sunmuyor. Aksine, Tarhan’ın şiirleri ve Lüsyen’e olan aşkı arka planında dev bir belgesel dönüyor, tarihin içinden bilinmeyen detaylarla birlikte aşina olduğumuz isimler de sık sık yer buluyor sayfalarda. Dündar’ın da tanımladığı gibi “geçen asrın en büyük portreleri ve onların arasında, bir çağ yangınının tam ortasında yaşanmış inanılmaz bir aşk hikayesi” bu. Atatürk’e, İnönü’ye, Nazım Hikmet, Tevfik Fikret ve Damat Ferid’e rastlayan, dünyaya mal olmuş savaşı, yıkılmaz sanılan bir imparatorluğun çöküşünü, o imparatorluğun en karakteristik şairlerinden birinin gözünden anlatan bir zaman makinesi Lüsyen. Hal böyle olunca, Dündar’ın araştırmacı kişiliğinden, olayları hem Abdülhak Hamid ve Lüsyen üzerindeki dikkati dağıtmadan hem de kronolojik bilgiler ile sıralanmış bir tarih kitabı haline getirmeden, bütün şeffaflığı ve ilgi çekiciliği ile ortaya koyan dilinden etkilenmemek imkansız kalıyor.
Abdülhak Hamid Tarhan’la ilgili çok farklı anılar, tarihe dokunmuş birçok kişi ile ilgili ortak yaşanmışlıklar, hem ondaki hem çevresindeki değişimi adım adım okuyucuya sunuyor. Özellikle son yıllarında, insanlar üzerinde bıraktığı hayranlık ile bilinen Tarhan, birçoğunu da hep şaşırtmış, kimi zaman ağır eleştirilerin hedefi bile olmuş. Ancak attığı adımlar, eleştiri konusu olan kararları, tarihin akışında şüphesiz iz bırakan, bugünü etkileyen birçok olayın temelini oluşturmuş. Kitaptaki en ilginç tarihi yansımalardan biri, Türk Dili Tetkik Cemiyetinin, bugünkü hali ile Türk Dil Kurumunun kurulduğu sıralara ait. Tarhan, Atatürk’ün, kendi deyimi ile “Büyük Adam”ın davetine sağlığı el verdiğince katılmayı kendisine bir borç bilerek 80 yaş demeden, ilk Dil Kurultay’ı için mecliste hazır bulunmuş ve alfabe tartışmalarına katılmış. Osmanlıcanın şairi olarak bilinen, dile en haiz şairlerden biri olan Tarhan, o gün meclisteki dil tartışmalarında, “kendi” dilini müdafaa etmediği için suçlanmış, kendi dönem şairleri ve yazarlarınca eleştirilmiş. Tarhan’ın Atatürk ile paylaştığı sofralar, çöken Osmanlının ardından kurulan ayağa kalkan rejime olan inancı veya sadece inkılaba olan desteği yüzünden o gün “öldüğü gün Abdülhak Hamid ve eserleri de ölür” denilen dili öldürenlerden olmuş. Attığı adımın keskinliğini, verdiği kararın kritikliğini Can Dündar tek bir cümle ile açıklamış aslında; “Ödeyeceği bedel, bir daha anlaşılamamak olacaktı.”
Abdülhak Hamit Tarhan, Lüsyen’i çok sevmiş, güzel sevmiş anlayacağımız. Bunca savaşın, yokluğun, ayrılığın ortasında her şeye rağmen, onları ayıran coğrafyaya, dine, dile, yaş farkına inat. 85 yaşında Lüsyen’in kollarında, son sözleri yine büyük aşkının adı olmuş. Can Dündar kaleme aldıktan sonra çok daha bilinir hale gelen hikaye, birçok tarihçinin, okuyucunun bunu gerçek bir aşk hikayesi olarak görmediğine dair yorumlar almış. Kitap hakkındaki yorumlara oldukça haiz hale geldim bu yazıya başlamadan önce. Abdülhak Hamid’in altıncı evliliğini yapmış olması, Lüsyen’in daha genç ve kendisinden daha yeterli gördüğü biri ile evlenmesi için kendisinin aracı olması ve geri geldiğinde onu bekliyor olması, ölümden korkan, yaşlı bir şairin yalnız kalmama çabası olarak yorumlanmış. Sanıyorum ki Tarhan bu kadar net bir yorumun yapılabileceği kadar basit bir bilinçaltına, kişiliğe sahip değildi. Zengin bir kaynakça ile bu konunun üstüne eğilen Can Dündar bile kendi kitabında, kimi noktalarda Şair-i Azamı analiz etmekte zorlanmış, gerçek niyetinin ne olduğunu kendisinin de bilmediği belirtmiştir. Aşkı belirli kalıplara sokmak ne kadar yanlışsa, içinde bulunduğumuz zamanın koşulları ile dünyanın bir bütün olarak savaş içinde olduğu, bir rejimin değiştiği yıllarda farklı dine, farklı kökene ve kültüre sahip iki bireyin hislerini ve yaşadıklarını eleştirmek veya “aşk” bu değil diye kestirip atmak da o kadar yanlış. Bize sunulmuş “romantizm”, Tarhan’ın eşine yazdığı Makber oldu hep, romanlarda, filmlerde. Ölen eşinin ardından acı çeken ve onu anmak için içindekileri kaleme döken acılı bir şair… Aşkın tek olduğu, bir kez yaşanacağı dayatıldı belki de, farklı olan bu nedenle kabul görmüyor. Can Dündar’ın bile emin olamadığı Abdülhak Hamid’in değişken ruh hali ve yeniliğe daima açık radikal kararlarının kefili ben hiç olamam ancak söyleyebilirim ki Lüsyen’de gerçekten aşka dair kuvvetli, farklı yansımalar bulacak, tarihin içinde harmanlanmış bu gelgitli ilişkide sürükleneceksiniz.
Lüsyen onun hakiki vatanıydı,
Teni toprağıydı, zülfü bayrağı, kolları boyları
Uğruna öleceği yegane varlık