Görmenin tüm imkanlarını kullanan sinema için bastırılmış cinsellik her zaman ilgi çekici bir konu olmuştur. Çünkü cinselliğin de sinemanın da temelinde “görmek” vardır. Bu ortaklığı kullanmayı seven dört farklı yönetmenin filmlerine şöyle bir göz atarak bizleri nasıl beyaz perdeye hapsettiklerini analiz etmeye çalışacağım. Bu yazıda misafirlerimiz Michael Haneke ve Luis Buñuel olacak.

The Piano Teacher (Piyanist), Michael Haneke

Bastırılmış cinsellik gibi kendi içerisinde birçok çelişki ve kontrast içeren bir konuyu Haneke, fiziksel kontrastlarla ve absürtlüklerle sunuyor seyirciye. Filmin ana karakteri olan Erika Kohut (Isabelle Hupert), bastırılmış cinsellik ve aslında bastırılmış “zevk” olgusunun vücut bulmuş hali olarak karşımıza çıkıyor. 40lı yaşlarında bir piyano öğretmeni olan Erika, kültürel normlar içerisinde kendinden beklenecek olanın aksine son derece sadomazoşist eğilimler gösteriyor. Bu eğilimlerinde temelinde ise bastırılmış cinsellik yatıyor. Annesi, onun için hala aynı evde yaşadığı bir kontrol mekanizması, evi ise cinsel hapsolmuşluğun fiziksel bir imgesi konumunda. Evindeyken annesi tarafından sürekli gözlem altında olan Erika, evden çıktığı zaman röntgencinin ta kendisi haline geliyor.

Erika ve annesi, evlerinde.

Walter Klemmer (Benoit Magimel) , Erika’nın öğrencisi ve aslında onun olamadığı her şeyin temsili. Özgüvenli, yakışıklı, yeteneklerinin farkında ve rahat. Haneke’nin karakter kontrastını yaratmak için kullanabileceği en iyi özelliklere sahip karakter ve Erika’nın sapkın fantezilerinin öznesi. Walter’ın piyano çaldığı sıralarda Erika’nın sürekli olarak yakın plan çekimlerinin gösterilmesi, suratındaki hafif tebessümü seyirciye sunuyor. Böylece, Erika başkalarının “röntgencisi” olurken seyirci de onu sürekli gözlemleyen bir mekanizmaya dönüşüyor. Örneğin porno sinemasına gidiyor, başka insanlar film izlerken o, onları izliyor. Bu sırada bizler de onu izlemek durumunda kalıyoruz. Erika’nın, kültürel normlar bazında bakıldığında “çarpık yollarla” yaşadığı cinselliğin bir parçası haline geliyoruz. Ve bu durumun en rahatsız edici tarafı Erika’ya yardım edemiyor olmamız. Baskılanmışlığına müdahale edemiyoruz. Haneke, Erika’ya hissettirdiği çaresizliği bize de yaşatıyor: Görmek, izlemek fakat eyleme geçememek.

Erika Walter’ı piyano çalarken izliyor.

The Piano Teacher, orta yaşlı bir kadının cinsel dramı olmaktan öte, kontrolü tamamen elinde tutmaya çalışırken, tamamen kaybetmek temelleri üzerine kurulu aynı zamanda. Bu kontrol kaybı, direkt olarak Erika’nın müziğe bakışıyla ilintili olarak gösteriliyor. Müzik, kompoze ediliyor ve daha sonrasında bir orkestra şefi tarafından yönetiliyor. Erika, kendi cinsel hayatının şefi olmaya çalışırken kontrolünü tamamen kaybediyor. Sonunda, aynı sapkın fantezilerinde olduğu gibi, Walter tarafından şiddet görme noktasına geliyor. Fakat fantezilerinin aksine, kontrolü tamamen kaybetmiş bir halde buluyor kendini.

Walter ve Erika

Belle de Jour (Gündüz Güzeli) , Luis Buñuel

Salvador Dali ile senaryosunu hazırlayıp yönettiği Un Chien Andalou (Bir Endülüs Köpeği) ile sürrealist sinemaya formunu veren en önemli kişilerden Luis Buñuel. Sürrealist sinemanın temellerini uyku-uyanıklık, bilinç-bilinçaltı ve freudyen rüya sembollerinin oluşturduğunu düşünürsek, Gündüz Güzeli’nde Buñuel’in bastırılmış cinselliği rüyalar üzerinden işlemesine şaşırmamak gerek.

Séverine, Catherine Deneuve tarafından “üst sınıf bir ev hanımı” olarak portreleniyor. Dışarıdan bakıldığında son derece düzenli ve mutlu gidiyor gibi görünen bir hayatı var. Buna karşın, fahişelik yapma kararı alıyor. Peki neden?

Mutlu giden bir hayat, aranan zevklere ulaşıldığı anlamına gelmiyor Séverine için. O, kocasıyla mutlu fakat asla tatmin olmuş değil, en azından gerçek hayatta. Rüyalarında ise kocasının sürekli onun canını yaktığını, onu cinsel ilişkiye zorladığını görüyor ve mazoşist bir güdüyle bunlardan zevk alıyor. Gerçeklikte ise asla cinsel ilişkiye girmiyorlar. Séverine’in bastırılmış cinsel istekleri, rüyalarında yatıyor ve gerçek-rüya arasındaki farkı ayıramayacak kadar hissizleştiği noktada rüyalarını gerçekliğe taşıma kararı alıyor. Fahişelik yapma kararı alarak aslında “yasaklı alan”a giriş yapıyor; üst sınıf bir ev hanımı için asla girilmemesi gereken bir alan bu. Yasaklı alanın verdiği dayanılmaz tatmin onu kendine çekiyor. Kocası ise ona yalnızca huzur ve mutluluk sunuyor; bu kavramlar Séverine için “tatmin”in karşılığı olamıyor. Oysa, suratına çamur atılırken ona hakaret edilmesi son derece tatmin edici oluyor.

Séverine’in kocası ve arkadaşı tarafından üzerine çamur atıldığı, hakaret edildiği rüyasından bir kare.

Yönetmen ve senaryo yazarının dahi “rüya mı gerçek mi” tartışması yaptığı sahneleri olan Gündüz Güzeli, seyirci üzerinde de benzer tartışmalar yaratmayı başarıyor. Filmin genelinde kullanılan soğuk renkler, mizansenin temelini oluşturuyor. Erotik sürrealizm, rüya sekanslarıyla gerçeklik arasındaki ince çizgi gittikçe bulanıklaşırken renklerin silikliğiyle daha çok göze gelmeye başlıyor. Buñuel, bizi asla tam olarak anlayamayacağımız bir dünyanın içerisine sokuyor. Anladığımız, Séverine’in sapkın fantezileri ve tatmine ulaşma isteği, yani bilinç düzeyinde gösterdikleri. Fakat bilinç altının en dip noktalarında olanları asla bilemiyoruz, yalnızca tahmin edebiliyoruz. Ve işte bu noktada, Buñuel bizim sapkın fantezilerimizi devreye sokmayı başarıyor.

Sevérene’in tecavüze uğradığını gördüğü rüyadan bir kare.

Leave a Reply

3 comments

  1. Ayşe

    Ellerine sağlık

  2. Ozzyy

    Çok güzel konu ve anlatım başarılarının devamını diliyorum.

  3. Serpil

    Son derece iyi analiz edilmiş, okuyucuyu içine sürükleyen etkileyici bir eleştiri olmuş. Kalemine, duygularına sağlık. Başarılarının artarak devam etmesi dileğiyle…