Amour’dan Yola Çıkarak, Aşk ve Sevgi Üzerine

Amour, çağımızın en önemli yönetmenlerinden biri olan Michael Haneke’nin Altın Palmiye ödülüne layık görülen ikinci filmi. 2012 yılında izleyicilerle buluşan bu film, 80’li yaşlarında olan Anne ve Georges’un aşkının bir evresini anlatıyor bizlere.

Bir gün Anne bir kriz geçiriyor ve vücudunun sağ kısmını kullanamaz hale geliyor. Onlarca yıla yayılmış olan evlilikleri ve aşkları çok büyük ve muhtemelen son testine tabii tutuluyor. Film hakkında düşüncelerimi ve bende bıraktığı soruları anlatacağım bu yazımda, öncelikli olarak biraz Michael Haneke’ye ve film anlayışına değinmek istiyorum.

Michael Haneke filmlerinde seyirciyi rahatsız etmeyi hedefliyor aslında. Kendi anlatımıyla “kimsenin kolayca ve içi rahat bir sekilde seyredemeyeceği filmler” bunlar. Bu hissiyatı uyandırmak içinse geleneksel tekniklerden pek yararlanmaz, olanı olduğu gibi anlatmayı bunun için yeterli bulur. Yanlış anlaşılmasın; filmlerinde sesten fazlasıyla yararlanır ancak bunu yüksek sesli dramatik çalgılar kullanarak yapmaz, mekânsal seslerden yararlanır. Doğal ve olanca çıplaklığıyla paylaşır her şeyi, kalanını izleyiciye bırakır. Mesela kamerayı statik olarak kullanır, izleyici neyi görmesi gerekiyorsa ve görmeyi istiyorsa onu görür. İzleyiciyi yorar, ona belirgin bir mesaj değil sadece sorular verir ve üstüne düşünmeye iter. Psikoloji ve felsefe üzerine okumuş olan yönetmen bunlarla alakalı şunu dile getirir:

“Psikolojiden de felsefeden de tek öğrendiğim şey şu: Okumaya başlamadan önce sorularımıza cevap bulacağımızı sanırız ama neticede cevaplar değil, sadece sorular kalır elimizde. Yaptığım okumalardan öğrendiğim tek şey bu! Soru sormaya devam edeceksiniz; ama bu, sorularınıza cevap alacağınız anlamına gelmez.”

Filmlerinde genellikle günümüz bireylerinin aralarındaki iletişimsizlikleri anlatır. İnsanlar sürekli iletişim halindedir ama derinlerde kimse kimseyi gerçekten anlamamaktadır, hatta Haneke kelimeleri çok tehlikeli bulduğunu dile getirir. Sinemasında da bunu sık sık işler. Gerçekleri anlatır filmlerinde ve bunu izleyicinin tüketebileceği bir hale getirir; gereksiz ajitasyona girmez, basit bir melodrama olanca çıplaklığıyla sergiler. Bunu yaparken de 4. Duvarı yıkar (4. Duvar nedir yahu diyen okuyucularımı linki en sonda yer alan 4. duvarı açıkladığım yazıma alalım), mekansal seslerden faydalanır, kısacası hissiyatı canlı tutar.

“İnsanlar gerçekle yüz yüze getirilmeyi sevmiyorlar, tüketilebilir gerçeklikle yüz yüze gelmeyi seviyorlar. En gaddarca şiddet bile tüketebileceğiniz bir şekilde gösteriliyor, böylece size heyecan veriyor ama dokunmuyor. Bense her zaman insanlara dokunmasının da bir yolunu bulmaya çalışıyorum.” 

Amour’a gelecek olursak; çok yalın bir aşk hikayesine tanık oluyoruz izlerken. En tutkulu ve ateşli evrelerini, bazı heyecanları geride bırakmış ve birbirine yol arkadaşı olmuş bir çift. Buna rağmen asla durağanlaşmış bir ikili değiller ama bana sorarsanız; beraber konserlere gitmekten, küçük flörtleşmeler ve şakalaşmalardan geri kalmıyorlar asla. Hikayelerinin gerçekçiliği üzerine tek bir şüphe uyandırmıyor ama film olduğu hissiyatını da koruyor.

Kahvaltıları sırasında Anne için endişelenen Georges

(Dikkat! Yazının buradan sonrası birtakım sürpriz bozanlar içermekte!)

İzleyici olarak filmin ikinci sahnesinde de gittikleri konserlerden birinin sahnesinden bakıyoruz filme; bu bende sahnede olan aslında izleyicinin ta kendisi olduğu hissini uyandırdı, filmin sunduğu her şey bizzat izleyicinin dünyasından bir parça gibi.  

Konser sahnesi

Konsere gittikleri akşamdan sonra ise her şey hızlı bir şekilde değişmeye başlıyor, izlediğim sürece zamanın ellerinden (ve ellerimden) kayıp gittiği hissiyatını bir türlü aşamadım. Çeşmeden akan su gibi zamanları da su gibi akıp gidiyordu ve engellemek için yapılacak hiçbir şey yoktu. Sabah rutinleşmiş olduğu belli olan kahvaltılarını ederken birden her şey geri dönülemez ve beklenmedik bir şekilde değişti. Şartlar göze alındığında ani olan ama çok da şaşkınlık yaratan bir değişim değildi tabi ki bu ama yine de yarattığı etkiyle iki insanın ilişkilerinin ve hayatlarının baştan aşağı değişimine şahit olduk. Aşkları artık öyle bir evreye denk geldi ki ikisi de aşk ve ölüm arasında bağlı kalmaya çalıştılar.

Anne’in geçirdiği felçten sonra tamamen Georges’a bağımlı bir hale geldi ve bu onun için müthiş bir zorluk yaratmakla beraber gururunun kırılmasına da sebep oldu. Geldikleri noktanın neler doğurabileceğinin ikisi de farkındaydı; hepimizin korkulu rüyalarından biri olan mahcubiyet ve bakım evleri bir konu haline geldi, birbirlerine verdikleri sözler çok daha anlam kazandı. Georges, Anne’le ilgilendiği bu dönem içerisinde onunla çocuk gibi ilgilenmesinin hem kendisi hem de Anne için gurur kırıcı olduğunu bildiğini dile getiriyor ancak yine de Anne’e vermiş olduğu sözü tutarak bakım evine gitmesine izin vermiyor ve yine de onunla aynı şekilde ilgilenmeye devam ediyor –durumu kötüleşmesine rağmen. O çaresizliği ve çözümsüzlüğü en yalın haliyle gösteriyor size bu film ve izleyiciye dokunuyor. Aklımda da pek çok soru bıraktı.

Georges eşinin ve kendisinin gururunun kırıldığından, yine de onu bir bakım evine göndermeyeceğini kızına anlatıyor. Karamsar ve üzgün, yine de kararlı.

Bu şartlar altında birbirlerine olan saygılarını korumaları ne kadar mümkündü peki? Gurur ve aşk birbirine girmişti, ikisinin de gururu kırılsa da birbirlerini korumaya da çalıştılar. Aşk bunu mu ifade ediyordu peki? Sevdiğin kişiyi her şartlar altında korumak ve onunla ilgilenmek mi? Bu iki tarafın gururunu yaralasa bile? Nereye kadar gurunu koruyabilirsin veyahut ne kadar feragat edebilirsin? Gururun kırılınca, eksilince verilen sözler ne kadar geçerliliğini koruyabilir ve ne kadar saygını korumaya devam edebilirsin? Gururunu kaybetsen de aşkını kaybetmemek ne kadar mümkün peki?

Anne ve Georges bu soruları yarattı benim kafamda. İkisinin de kırıldığı anları gördük, ani ve küçük öfke patlamalarına da şahit olduk ama bana sorarsanız birbirlerinden başka kimsenin de kendi onurlarını incitmesine izin vermediler ki bu beni çok etkiledi. Georges her ne kadar zorlansa da sevdiği ve saygı duyduğu kadının bir hemşireden saygısız, kötü muamele görmesine göz yummadı mesela. İkisi de kusursuz veya hatasız değildi ama bunun acısını başka yollarla çıkarmadılar, belki birbirlerine karşı olan gururlarını kaybetmişlerdi ama sevgilerini kaybetmediler ki bu çok değerli.

İlişkilerinin tanık olduğu son süreçte bence en büyük zorluklarından birisi –Anne’in muhtaciyetiyle beraber- yüzleştikleri iletişimsizlikti. Onlarca yılını beraber geçirmiş bir çift birbiriyle konuşmaktan bile aciz bir hale geldi. Düşünsenize yol arkadaşınız olan, ömrünüzü beraber tükettiğiniz, muhtemelen size en iyi tanıyan ve en iyi tanıdığınız insana en küçük derdinizi bile anlatamıyorsunuz. Michael Haneke’nin en çok yer verdiği temalardan birisi iletişimsizlik. Tüm filmleri, insanlar arası iletişimin güçlüklerini dert ediniyor ve iletişimin görüldüğünden de zor olduğunu dile getiriyor.

Ben kelimeleri tehlikeli bulurum ve onlara güvenmem. Kelimeler dolaylı yollara sokar sizi, kaybolabilirsiniz aralarında. İki insan arasındaki en doğrudan iletişim yolu bence seks ve müziktir.”

Bunu filmde de gözlemleyebiliyoruz bizzat, ilerleyen zamanlarda konuşmakta zorlanan Anne’le Georges beraber şarkı söyleyerek Anne’in pratik yapmasını sağlıyorlar. İletişim her zaman mümkün değil ama bir yol bulunabiliyor. Aşk zora girse bile sevgi dahil oluyor işin içine ve şarkısını söylüyor.

Bitirmeden evvel güvercine de değinmesem olmaz. Bu sahneyle ne anlatmak istediği sorulmuş Michael Haneke’ye o da kısaca ben bilmem efendim, siz ne anlarsanız odur demiş şu sözler eşliğinde:

Güvercini bir güvercin olarak düşünün. İstediğiniz şekilde yorumlayabilirsiniz. Bunu bir sembol olarak tanımlamazdım. Sembollerle ilgili sorunlarım var, çünkü her zaman belirli bir şey ifade ediyorlar. Güvercin ne demek bilmiyorum. Kesinlikle bildiğim tek şey, güvercin ortaya çıkması. Özellikle Georges ve bireysel izleyiciler için bir şey sembolize edebilir, ancak benim için hiçbir şey sembolize etmiyor. Birden çok anlamı olan unsurlarla uğraşırken dikkatli olmalısınız, bunlarla belirsiz bir şekilde ilgilenilmelidir.”

Georges’un güvercini anlattığı mektubu

Benim için bir şeyler ifade etti ne yalan söyleyeyim, Michael Bey duysa gülebilir de tabi ki ama yine de paylaşacağım ne gördüğümü. Güvercin gelip bizzat Georges’un evine açık camdan girdi ve hayatına dahil oldu, kendini kapalı bir alana hapsolmuş buldu. Ancak bu güvercin dışarıda özgür olmalı ve serbestçe uçmalıydı bana sorarsanız pek çok güvercin gibi. Georges onu serbest bırakmak için yakaladı, okşadı ve sevdi. Sonrasında da olması gerektiği yere, camdan dışarıya, serbest bıraktı onu; tıpkı Anne’le olduğu gibi.

Aşkı, sevgiyi ve bağlılığı en yalın haliyle; hırslardan, kıskançlıklardan, tutkudan uzak bir şekilde anlatan Amour aşkın nelere göğüs gerdiğini, bizi yorsa bile sevgimizi yitirmeden nasıl devam edebileceğimizi ve günlük hayatta karşılaştığımız bu melodramları en basit haliyle anlatıyor. Sevginin bize öğreteceği, göstereceği çok yol var gibi duruyor bana sorarsanız. Sevgiyle kalın.

Dördüncü duvarı açıkladığım yazım: https://gazetebilkent.com/?p=95897

Kaynakça:

Aşk- https://www.filmloverss.com/ask-2/

Michael Haneke talks about Amour- https://www.austrianfilms.com/news/en/michael_haneke_talks_about_amour

Amour Hakkında Bilinmesi Gereken 15 Detay- https://www.filmloverss.com/amour-hakkinda-mutlaka-bilinmesi-gereken-15-detay/

Leave a Reply