Bir gün geçmişin tozlu raflarından fırlayıp zamansızca karşıma çıkan bir fotoğraf bana düşünmek isteyip istemediğimden emin olamadığım binlerce şey düşündürdü. Uzunca bir süre kaçtığım bir gerçeklik varsa eğer ortada, kendi isteğim dışında onunla yüzleşmeye pek yanaşmam normalde. Ama bu sefer, o fotoğrafla tesadüfen göz göze gelince artık kaçmak istemedim. Çünkü nereye kadardı, en fazla ne kadar ya da ne yöne kadar kaçabilirdim? Aldım karşıma, baktım, önce konuşmadım. O bana bir şeyleri haykırıyordu esasen fakat dinlemedim bile. Sonra derin bir nefes alarak başladım ve ona, “Bana aynı anda hem mucizeyi hem felaketi nasıl anımsatabiliyorsun?” dedim. Tabii ki sustu ve cevap vermedi. Zaten ne diyebilirdi ki? “Önce kendimi ulaşılmaz kıldım, sana mükemmellikler vaat ettim ve sonra da seni zaaflarından kırdım” mı diyecekti. Bunu deseydi düpedüz serinleyecekti içim çünkü ben de hiçbir kötü kelimemi ardıma saklamayacak, Allah ne verdiyse savuracaktım. Ama sustu. Bu her zaman böyle olurdu. Her zaman olduğu gibi beni, yine şaşırtmadı. Olması gereken bu değildi demek istedim ikinci olarak fakat bu sefer de ben sustum. Çünkü bana yalanlar söyleyecekti. Hayallerimi bana vereceğini, bir gün elbet onları bana bahşedeceğini anlatacaktı. Bunu dinleyemezdim. Büsbütün çıkmazdaydım. Karşımdaki bir fotoğrafla konuşuyordum. Neyse ki yalnızdım. Yani bu karşılaşma uygun bir zamanı seçmişti ama yine de garipti. Ağzımda ve zihnimde kekremsi bir tat bıraktı. Çünkü bu fotoğrafta hem bir tutku hem de bir nefret vardı. Bu gerçeği hatırlamak kalbimi acıttı, hissettim. Kalbim yine dumanlandı. Suratıma bir alev topu yapıştı. O an kurtulamadım bütün bunlardan. Ya da denemedim. Kabul edelim, hayat olabildiğince acımasızdı. Çünkü o karede gördüklerim aslında bana kendi nefesim kadar yakınken, öte yandan da olabildiğine yabancıydı. Tek bir avuntum vardı: Bunu ben istememiştim. Bu benim suçum değildi. Ama bu böyle süregelecekti. Ben, fotoğrafta gördüğüm o yerle bütün bağımı kesinceye dek; onu takıntılı bir aşık gibi sevecek, ondan vazgeçemeyecektim. O da benim sevgimi kullanıp beni ayaklar altına alacak ve bana hak etmediğim şekilde davranacaktı. Yazgımız buydu, değiştirilemezdi. Hatta sonumuz bile… Şimdiden çok iyi biliyorum o vedanın nasıl gerçekleşeceğini. Beni sevdiğine inandırmış ama hiç sevmemiş bir sevgiliden ayrılır gibi ayrılacağım ondan. Gözümden yaşlar düşmesin diye durmadan komik şeyler düşünmeye çalışacağım. Ve belki de bir daha arkama bakmayacağım. Ya da bakacağım ve bu, çok fena sonuçlar doğuracak çünkü belki bana yaşattığı bütün kötü anılara rağmen ayrılmakta zorlanacağım. Eğer içimdeki bütün kırgınlıklara rağmen bu yaşanırsa, ben sözünde duramayan bir düzenbaz olacağım. Çünkü o an şu sözler zihnimde yankılanacak: “Yemin etmiştin, ağlamayacaktın; bir adım atıp çıkacak ve kapıyı da arkandan sertçe kapatacaktın. Sonra bir daha asla geriye dönüp bakmayacak ve hayatının yeni seyriyle gurur duyacaktın. Yani ben, bütün bunları yapmazsam, evet, bir düzenbaz olacağım. Ama inanın bana, olmamak için, direniyorum. Bu fotoğrafa dair kafamda dönüp duran ve sonunda ansız bir monoloğa dönüşen ne varsa, şimdi unutulmamak üzere cümlelerin ortasında bir yaşam sürsün ve o gün gelene kadar, bana yeminlerimi hatırlatsın istiyorum.

Bir siyah beyaz fotoğrafım ben
Tozlu raflardayım eski albümlerde.

Leave a Reply