Diplomasi, güçlü bir yumruğu saran yumuşak eldivendir!
Robin Hood
Kral 11. Louis liderliğinde İtalya’ya giren Fransız kuvvetleri, çizmeyi yarılayarak Napoli’ye kadar ilerlemiş ve daha sonra başarılı bir şekilde geri çekilmeyi bilmişti. Fransızların bu kısa süreli istilası İtalya şehir devletleri ile Fransa ve İspanya gibi büyük Avrupa monarşileri arasındaki ciddi güç farkını tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Bu işgalin ardından yaklaşık yarım asır boyunca İtalya, dış güçlerin savaş alanı haline geldi. Başta Fransız ve İspanyollar olmak üzere Avrupa güçlerinin İtalya’ya gerçekleştirdikleri askeri müdahaleler Rönesans’ın ve İtalya’daki yeni politik yapının, eski kıtanın tamamına yayılmasının önünü açtı. Münhasır toprak anlayışı ve gücün yönetenin elinde toplanması ilkeleriyle, bu yeni devlet sistemi Batı Avrupa hükümdarlarına oldukça çekici geldi. Ayrıca İtalyan devletlerinde olmayıp Avrupa devletlerinde olan bir şey daha vardı: Meşruiyet. Hükümdarların düklük, prenslik ya da krallık üzerindeki hakimiyetleri din, gelenek görenek ya da töre gibi yumuşak güç(soft power )ler tarafından desteklenir ya da kısıtlanırdı. Bu hükümdarlar belirli bir toprak parçası üzerindeki gücü tek elde toplayan yeni İtalyan sistemini benimsemeleriyle beraber, Orta Çağ sistemine oranla çok daha güçlü hale geldiler. Böylece geleneksel ve feodal zeminde politikada söz hakları olduğunu iddia eden kilise ve benzeri kurumlar, bu yeni devlet sisteminin karşısında ayakta kalmayı başaramadı. Kuzey Avrupa ülkeleri dahi bu yeni sistemi benimsemede geri kalmadılar.
Zaman içerisinde diplomasi, dini kurumların etkisinden kurtularak kontrol edilen toprak parçası üzerindeki meşru gücün tekeli anlamına gelen egemenlik üzerinde hak iddia eden politik birimlerin eline geçti. İtalyanların bu yeni sistemiyle diplomaside yerini alan, diplomatik dokunulmazlığa sahip yerleşik elçiler Avrupa’nın vazgeçilmezi oldu. Böylece devletler, sistemin getirdiği yeni uygulama sayesinde, tam zamanlı ve kesin politik istihbarat sağlayarak ve dost ülkelerle ortak hareket ederek diğer devletleri görüş ve politikalarıyla etkilemeye başladılar; kısa bir zaman zarfı içerisinde de bu olgu Avrupa’nın en önemli alışkanlığı haline geldi.
[box_dark]Protestan Devrimi[/box_dark]
16. yüzyılın henüz başlarında İtalya’nın istilaya uğraması ve böylece Rönesans’ın tüm kıtaya yayılması, Protestan devrimiyle aynı döneme rastlamaktadır. Protestan devrimi, modern devlet sisteminin ve modern diplomasinin gelişim sürecinin üzerinde büyük etkiye sahiptir; çünkü bu hareket Hristiyan aleminin en önemli iki gücü olan Papalık ve Kutsal Roma Cermen İmparatorluğuna büyük darbe indirmiştir. Devrim, bu iki kurumun uluslararası etkisini ciddi şekilde kaybetmesine sebep olmuş ve yeni devlet sistemi başındaki yöneticilerin gücünü artırmıştır. Ayrıca reforme edilmiş kilisenin gücünü onun elinden alarak Protestan yöneticilere bahşetmiştir.
Bundan ötürü Protestan Devrimi, Rönesans’ın başlatmış olduğu yeni süreci fazlasıyla hızlandırmıştır. Dinin ve din kurumlarının elindeki gücü onlardan alarak devlete vermiş ve raison d’etat kavramını güçlendirmiştir. Elbette kıtada karmaşaya sebep olan hali hazırdaki din farklılıklarına bir yenisini eklediğini de unutmamak gerekir. Kısa vadede diplomasinin gelişimi, geçiş döneminden ötürü ciddi sıkıntılar çekse ve zaman zaman normal diplomatik ilişkiler dahi kesilir duruma gelse de, uzun vadede değerlendirildiğinde bu gelişim sağlam temeller üzerinde yükselerek günümüze dek ulaşmıştır. Protestan devrimi, başta Almanya ve Orta Avrupa olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde uzun soluklu din savaşlarına sebep olmuştur. Ayrıca Protestan topraklardaki reformasyonu takiben Katolik topraklarda “Karşı Katolik Devrimi”ne yol açmıştır. Yine de, gerek Protestan gerekse Katolik devletlerde Hristiyan birliğinin çöküşü yeni devletler üzerinde ciddi politik etki göstermiştir. 1555’te Katolik kral Charles V ile Protestan devletler arasında yapılan Augsburg Barışı bunun en açık örneklerindendir. Bu barış anlaşmasıyla beraber insanların hangi dine inanmaları ve o dinin gereklerini yerine getirmelerine bulundukları ülkenin yöneticisinin kararına bırakılmıştır. Bu karar “yöneticinin dini onun halkının dinidir” anlamına gelen cujus regio, ejus religio ilkesiyle açıklanmıştır. Bu demek oluyor ki bir devletin lideri Katolik ise halkı da Katolik, Protestan ise halkı da Protestan olmalıdır. Kısacası devlet nezdinde dini azınlıklar göz ardı edilmiştir. Ancak barış anlaşması öncesinde kendi inanışlarını başka ülkelere dayatmak isteyen anlayış göz önüne alındığında artık egemen devletlerin uluslararası sistemde dini farklılıklara daha fazla tolerans göstermeye başladığını söylemek mümkün.
[box_dark]Güçler Dengesi ve Dinler Savaşı[/box_dark]
Modern devletin gelişmesiyle birlikte bu sistemin kendine has dinamikleri de kaçınılmaz olarak gelişti ve balance of power (güçler dengesi) bu dinamiklerden birisi olarak boy gösterdi. Anarşik düzende hegemonik tehlike, bir devlet diğer devletlere oranla daha fazla güç kazandığı takdirde ortaya çıkar. Yeni sistem bu tehlikeye balance of power kavramıyla cevap verdi. Böylece potansiyel hegemon güç karşısındaki devletler söz konusu güce karşı beraber direnmek ve o gücün etkisini minimuma indirmek için koalisyon oluşturmaya başladı. Dinler savaşında da devletler aynı politikaya başvurdu. Habsburg Hükümdarı Charles V’in 1530’lardan tahttan indiği yıl olan 1566’ya kadar Kutsal Roma Cermen İmparatorluğunun gücünü artırma ve sınırlarını genişletme çabaları, karşısındaki güçleri siyasi ve dini anlamda koalisyona zorlamıştır ve bu koalisyon başarıya ulaşmıştır. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğunun Avrupa hegemonyasını ve Hristiyan birliğini sağlama adına son elle tutulur çabası olan bu girişim modern devlet yapısının artık eski sistemin önüne geçtiğinin önemli bir göstergesidir. Tabi aynı girişimin güçlü Avrupa devletlerinin mutlak monarşiye geçişinin de göstergesi olduğunu unutmamak gerekir.