Britanya’da bir şehirde, iyi ve kötünün ayırt edilemez bir hale geldiği, ahlaki değerlerin önemini yitirdiği belirsiz bir zamanda geçer, Anthony Burgess’in Clockwork Orange’ı. Stanley Kubrick tarafından başarıyla sinemaya aktarılan hikâye, bir holigan olan Alex DeLarge’ın şiddetle dolu hayatındaki değişimleri eleştirel bir yaklaşımla anlatıyor.
Alex içinde bulunduğu umursamaz ve ahlaksız toplumun doğal bir sonucudur aslında. Boş vakitlerini lideri olduğu çetesiyle, şiddet dolu eylemlerle geçiren bir gençtir. Çetesinin ihanetiyle tutuklanır ve cinayet suçundan on dört yıl hapse mahkum edilir. Bu kadar uzun süre hapiste dayanamayacak kadar canlıdır Alex ve eline geçen ilk fırsatı değerlendirir: yeni hükümetin mahkumları topluma kazandırmak için yaptığı deneylere katılmayı kabul eder. Deneyler on beş gün sürer ve serbest bırakılır ancak beyni yıkanan Alex bir daha asla eskisi gibi olamayacaktır.
Tiyatrovari bir anlatımı olan film, karakterin değişimini gösterirken aynı zamanda seyircide de farklı duygular uyandırıyor. Filmin başında onca şiddet ve tecavüz karşısında “Biri Alex’i durdursun derken” hapisten çıktığında hissiz ve duyarsız bu katile acıdığınızı fark ediyorsunuz.
Deneyler her ne kadar amacına ulaşsa da suçlunun canlılığını tamamen elinden alıyor. Alex her ne kadar artık şiddete başvuramayacak hale gelse de deneyin bir yan etkisi olarak en sevdiği müziği, Beethoven’in 9. senfonisi, duymaya bile katlanamıyor. Suçlu eğitimindeki etik değerleri sorgulayan film ailenin ilgisizliği, toplumun duyarsızlığı gibi bir çok konuda da görüş bildirmekten geri durmuyor.
Dekorlar, kostumler, sahne tasarımları ve daha bir çok ince detayı ile Clockwork Orange kendine özgü bir başyapıt.