Bastırılmış Cinselliğin Dört Tonu-II

Bastırılmış Cinselliğin Dört Tonu-I’i okumak için tıklayınız.

Through a Glass Darkly (Aynanın İçinden), Ingmar Bergman

Giriş sahnesi: Aile bireylerinin tümü adaya doğru yüzüyor.

Bergman’ın en önemli eserlerinden birisi olan Through a Glass Darkly ve bastırılmış cinsellik bağlamında söylenebilecek en kapsamlı iki ifade “konuşulmayan” ve “bahsi hiç açılmayan” olacaktır. Cinselliğin bahsi, karakterler arasında asla geçmiyor, bu konu gündelik hayatlarının bir parçası olmuyor. Bastırılmıştık da zaten bu sessizlikten geliyor.

Minus, henüz ergenlik çağında olan ve cinsel arzularını keşfetmekte olan karakterimiz. Karin ise psikolojik tedavi görmekte ve Minus’un ablası olarak karşımıza çıkıyor. İki kardeşi sürekli birbirlerinin kişisel alanlarında görüyoruz, dolayısıyla Minus’un kendini keşfetme sürecinde etrafında gördüğü tek karşı cins ablası oluyor. Alanın darlığı, onları sürekli birbirlerinin kişisel alanına girmeye zorluyor. Minus, ister istemez ablasının varlığından fazlasıyla haberdar olarak gündelik hayatını sürdürmek durumunda kalıyor. Bunun yanında, Karin sürekli olarak Minus’un yanında olmayı istiyor ve aslında görülüyor ki ruhsal durumu Minus’un yanındayken çok daha iyi oluyor.

Minus ve Karin

Dile getirilmemenin sessizliği yoluyla vurgulanan bir bastırılmış cinsellik örneğiyle karşı karşıya kaldığımız bu filmde, mekanın ada olarak seçilmesi son derece yerinde bir karar. Adalar, izole mekanlar olarak çıkar karşımıza; kafa dinlemek ve hatta iç sorgulamalar sürdürmek için ideal mekanlardır. Peki ya alanın darlığı ve bitmek bilmeyen döngüselliği? Minus’un henüz yeni keşfetmekte olduğu cinselliği yaşayamayışı, mekanla yakından ilişkili. Cinsel arzularını bastırıp bastırmaması bir tartışma konusu değil çünkü zaten bulunduğu ortamda bastırma zorunluluğuyla karşı karşıya.

Baskılanmışlığını alt okumalara gitmeden, direkt olarak gördüğümüz tek karakter, Karin’in kocası Martin oluyor. Martin, Karin’in aklından geçenleri hiçbir zaman anlayamadığı gibi, onunla Minus’un kurabildiği bağı da asla kuramıyor. Karin’in aklından sürekli tanrıyla iletişim kurma ve ona ulaşma üzerine düşünceler geçiyor; bu dünyaya ait olmayan düşünceler. Martin’in cinsel istekleri ise tamamiyle dünyevi. İstediği duygusal ve cinsel ilgiyi Karin’den hiçbir zaman göremiyor ve tıpkı fiziksel mekan gibi, iki kardeşin arasındaki bağdan yavaş ve net bir şekilde izole oluyor.

Karin “Tanrı”yla konuşurken. Kocasının ve babasının gözünden.

 

Repulsion (Tiksinti), Roman Polanski

Psikolojik korku sinemasının en önemli isimlerinden birisi olan Polanski, bastırılmış cinselliğin doruk noktasını yaşatıyor izleyiciye. Bastırılmış cinselliğin sonuçları neler olabilir? Bu sonuçların izleyici tarafından içselleştirilmesi nasıl sağlanabilir? Tüm cevaplar Repulsion’da saklı.

İç mekan ve dış mekan kullanımı temanın seyirciye yansıtılmasında çok büyük bir rol oynuyor. Ana karakterimiz Carol, evde yalnız kalıyor ve yaşanan tüm olaylar iç mekanda yaşanıyor. Carol tam anlamıyla tiksindiği her şeyin vücut bulmuş hali olan bir adamın ona tecavüz etmesiyle alakalı rüyalar görüyor. Fakat sonrasında gerçek hayatın gerekliliklerini karşılamak üzere dış dünyaya adım atması gerekiyor. İşe giderken kaldırımların kenarında gördüğü çatlaklar, daha sonra iç mekanda, evde karşısına çıkıyor. Böylece iç gerçeklik, dış gerçeklikle tanışmış oluyor. Bulunduğu iki çeşit mekanda da sürekli kırılıp dışarı çıkmayı bekleyen bir güç var. Bu güç Carol’un karanlık düşünceleri; cinselliğe dair yaşamak istediği ve yaşayamadığı her türlü sapkın düşünce. Evin çatlayan duvarlarından çıkan ve Carol’a ulaşmaya çalışan eller, son derece erkeksi ve baskıcı. Dolayısıyla iç mekanın aslında ana karakterimizin zihninin içinin bir temsili olduğunu söylemek abes kaçmayacaktır. Seyircinin, iç mekanın metaforik kullanımı yoluyla Carol’un sapkın düşüncelerini içselleştirmesi sağlanıyor. Filmin başından sonuna kadar bizimle olan ev mekanı, ana karakterimizin en büyük kabusu olurken aslında en içten düşlerine de tanıklık ediyor.

Carol, kaldırımlardaki çatlaklara bakıyor.

Birinin zihninin içerisinde sıkışıp kalmış olmak, hapsolmuşluk hissiyatını en derinden yaşatır bizlere. Sürekli aynı düşünce temelinde debelenip duran Carol, kendine bir çıkış yolu aramıyor. Sürekli olarak bir bunalım halinde olan ve bu bunalım halinden zevk alan bir zihnin düşünce sürecine bizi de katıyor Polanski. Belki de en çok biz bunalıyoruz, çaresizlik sarıyor dört bir yanımızı.

Duvarlardaki çatlaklardan çıkan eller.

Kamera hareketlerinin genel yavaşlığı, yakın plan çekimlerinin bolluğu ve gözlerin yakın çekimleri seyirciyi benzer görüntüleri sürekli izlemeye zorluyor. Benzer görüntülere maruz bırakılan izleyicide ortak bir düşünce sürecinin başlaması hedefleniyor aslında, Carol’un niçin içerisinde bulunduğu psikolojik durumda olduğunu biliyor muyuz? Asla söylenmeyen bu bilgi, belirsizliğin ortasına atıveriyor bizleri. Bu denli sapkın düşüncelerin sebebini bilmemek, bilmekten çok daha rahatsız edici ve ürkütücü oluveriyor. Belirsizliğin ürkütücülüğünü kullanmak, Polanski’nin en vurucu darbesi oluveriyor böylece.

Leave a Reply

1 comment

  1. Ayşe Demirbaş

    Ellerine sağlık. Yine güzel bir yazı