Gözler yalnız acıya akıtmaz yaşlarını, kusursuz bir güzelliğe de ağlar için için. 

“Göz-el”dir o, göze aittir.  

Gök ve denizin seviştiği bir kuşluk vakti gözlerim, seyre daldığı bir ahenk için doldu o gün.  

Mavilikler. Neşeyle oynayın gün boyu, tan kızıllıkları sizi alacalamadan. 

Gördüklerim zamanla uçup gitmiştir aklımdan öylece. Geriye bürünmek istenilen bir öz kalmıştır. Hatır denen köhne arşiv; çizerek, yırtarak ve yapabileceği en berbat muameleyle saklar görülenleri. Ortalıklarda onları içine hapsedecek bir makine her daim yoktur ki. Hem o makineler, ne kadar yakalayabilir capcanlı tasvirleri? Beceremezler, yapamazlar.  

Ne yapılmalıdır o zaman? Birden kaybolan bir güzelliğin akıl yüreğinde bıraktığı bir sızı duyulur. 

Gözler yalvararak zihne gider ve huzurunda heyecanla ağlaşır: “Artık yitirilmiş bir zarafet vardı orada, anılarını dahi silip yok ettiler! Gördün mü, seyrettin mi, o tapılası güzelliğin ihtişamını?”  

Zihin bilir. Görmüştür. Hatırda çürüyüp gitse de ayrıntılar, kabuklarından soyulmuş bir çekirdeği yeşertir içeride. Gerçekten muazzam bir güzelliktir o, erişmek isteyeceği kadar büyük ve muhteşem. “O” olmayı ister, ona ulaşmak için eziyetler çekmeye de hazırdır.  

Geleceğin mükemmel yüzü. İdealize bir kişi. Beş seneden az bir süre önce başladı bu arzum.  

Kusursuzluk, doğanın bir gerçeği ise doğanın parçası olan bizlere de bahşedilmez mi? Yapabilirdim, parmak uçlarıma yükselip, en kuvvetli şekilde esneyerek istediğim hedefi kapabilecek yeterlilikteydim. 

Öyle miydim?  

Öyleydim tabii. 

Çevremi okul oluştururdu eskiden, çok da eski değildi oysa. Bu tarz cümleleri kurmam için yaşımın belirli bir sayıya gelmiş olması gerektiğine dikkat çekenleriniz olacaktır fakat söyleniyor işte. Dün gibi hissediyorum hayallerden yapılmış ve o hayalleri yine kendi öldürmüş bir inşaata gidip geldiğimi. Gayeleri vardı çocukların, ben de onlardan biriydim. Yine de benimkiler, hafif “tuhaf” emellerdi; bir ideali yaşatma formülüne dayanırdı. Hani sürekli uzanıyorum erişebilmek için demiştim ya; işte, garipti çünkü ortada erişilebilecek bir şey yoktu. Hepsi aklımdaydı… yine de hoş şeylerdi. Mükemmellik, anlatılamayacak bir güzellikti. Aynı zamanda erişilemezdi de. 

Mekiği iki yer arasında dokurdum okula yürürken ancak aklımdaki mekik tiftik bir yumağa evrilmişti. Ev- okul. Başka bir uğrak yok. Amaç, yapabileceğim kadar iyisini yapmak. 

Bağışlayın bu sözlerimin ne kadar aptalca ama bir o kadar da aşina hissettireceğini! Ben de görülmek istedim fakat hayır, bir bakışın çarptığı kişi olmaktan söz etmiyorum. Dışın örttüğü bir iç, bir öz vardır herkeste. Bakışlar istemedim ben, hayır! Bu çabam ve çabamı dayandırdığım yetilerim görülsündü dileğim. Seyredilmek istedim. En derinlere kadar, anlaşılarak… 

Varış noktama giden patika, yolculuk boyunda da sunsaydı keşke o tebrikleri, iltifatları. Acı çeken birine ne iyi gelirdi, bilirsiniz, değil mi?  

Izdırabın ortasında, o azabı izleyenlerden kısacık, takdir kurdeleli bir cümle işitebilmek… En çok da sevilenin dudaklarından dökülenler. 

Aynalara konuştum oysa. Kimse yoktu, yükseklerde ışıldayan o hayal dışında.  

Deneyimimi bir metaforla somutlaştırabilirim de. Kabukları sakladım, denizi yalnız ben görebileyim istedim. Fark etmedikleri çok şey vardı diğerlerinin, çakıllar ve kumların hikayesinde.  

Yaz aylarında öğleden sonrası… 

Yeryüzünün yedi mantosu da yırtılmış, kumları bir lav çanağında kavuruyor. Tüm bu sıcaktan bezmiş halde olan bu ufalanmış kayaçlar, kaygan çakıl taşları, bende hayranlık uyandıracak şekilde hallerinden memnun. Kimisi öbek olmuş, biraz da düzensiz, denize doğru bakışıyorlar. Merak ettim; şu öbekleri biraz eşeleyeyim, dedim. Neyin nesiydi bu acayip tepecikler?  

Bir baktım, en diplerde, dalgaların bile ulaşamayacağı bir çukurda inleşiyor birkaç güzel deniz kabuğu. Rengârenk ve narinler. Denizde süzülecek kadar da zarif… 

Neden çakıllar onları boğmaya çalışır ki?

Dönüp sordum onlara, yine de istediğim cevabı alamadım. Yalnızca hırs bürümüş bir tını vardı seslerinde. 

Dalgalar, diyorlardı, dalgalara ulaşacağız. “Sularının ıslaklığıyla birleşecek, topak topak büyüyeceğiz; işte, sevgili deniz, bu küçücük çakıllar, o nadide kabuklarını bile gölgede bırakabilirler hep birlikte. Onların olabildiği ne varsa biz, hâlihazırda oyuz.”  

Peki, dedi deniz; sularını ayna yaptı onlara. Dalgalar kıyıyı yalayıp çekildiği sırada ise o aynada kendilerine baktı taşçıklar. Ağlaşan kabuklar dışında birileri daha vardı hâlbuki: Sahili dolduran kumlar yüzlerini dahi çevirmediler denize. 

Kumlar… 

Perişan kumlar sizi. 

İnanır mısınız, kumlar da bir zamanların çakıl taşlarıydı; kaygan ve renkli kayaç parçaları… 

Dalgalar onları yutsun, denizin içinde süzülüp nice zaman bekledikleri hayalleri gerçekleşsin diye kıvranıp durdular. Sahilde koşturan çocuklar, birkaç istemsiz çalım darbesiyle onları az daha yuvarladı suya doğru. Günler sıcak, geceler soğuktu. 

Çakıllar ise kararlı… 

Güneşin tavında, meltemin eğesiyle törpülendiler; kusurları yok olsun diye kendilerini bilediler. Harap olmak bir adanıştı güzelin tapınağında, onları memnun birer keşiş kılardı. Bir aynadaki onlar vardı bir de düşledikleri kendileri. 

Geceler gündüzleri kovaladı; aylar yıllara dönüştü. Taşlar ufalandılar, ufalandılar ve denize ulaşma gayretinde küçülüp kayboldular. Kum oldular. 

Zavallılar. 

Şimdi hazzetmedikleri kumlar, işte onlar, geçmişin sevimli çakıl taşlarıydı. 

Azimli ve zavallı kayaç kırıntıları… 

Güneş tekrar doğduğunda bu kum öbekleri, artık dingin bir öfkeye sahiptir. Isındıkça kızarlar, kızdıkça da içlerinde biriken acılar, oradan geçmekte olan en alakasız kişinin dahi çıplak ayaklarını haşlar. Oysa kumlar da soğurdu. Gıdıklayıcı, sevimli tanelere dönüşürlerdi geceleri. Deniz kum da yudumlamıştı vaktinde.  

Ama onlar, merak ve heyecan içinde, yalnızca kabukları aradılar. Kaçı telaffuz etti “deniz çakılı” sözcüğünü, deniz kabuğunu söylediği kadar? 

Taşlar kulağıma fısıldadı hikmetini, ben de aynı sanrının içindeyim. Berk kişiliği eritip binbir farklı kalıba dökme çabasıdır bu, zihinsel bir yangından geçirir insanı. Kızgın eriyik alelacele içine dolduğu kalıpların biçimini almaya uğraşır, bu telaşı da oldukça anlaşılırdır aslında: Fazla vakti yoktur. O, hiçbir zaman sıvı olmamıştır; belki asla da olamayacaktır. Bir taş kadar katıdır ondaki yaradılış. Kanına karışan özsuyu ile her saniye sertleşen vücudu, irili ufaklı saçılan kum tanelerine dönüşür. Ayağı yakan, kızgın kum taneleri… 

Üzülür buna çakıl taşları. 

Bundandır deniz kabuğunu saklamaları. 

Bulutlar göğü kapadı, deniz yalnızdı artık. Sular usulca salınıyordu. Son kez o aynaya baktı taşlar, oldukça küçüktüler artık. Sizler de dönüp bakın, ne kadar yol yürümüşler! Koca bir sahili arşınlamışlar. 

Geride kalanlar daha da ufaktı, kum gibiydiler aynı. İrili ufaklı kum taneleri gibi… Hâlâ katı ve asla sıvı olmamış.  

Kendini dalgaların kucağına bırakan taşların ise acıyla kıvranan bedenlerinden, son bir tebessüm eşliğinde, yumuşak bir ses duyuldu. 

“Hissettim. 

Mükemmeldim.”

Ve denizin diplerinde yok oldular. 


Kaynakça: Aforonsky, Darren. Black Swan. 2010. Fox Searchlight Pictures. Film. 

Leave a Reply