Anayasa değişikliği, AKP iktidarının başladığı 2002 yılından beri neredeyse, devamlı gündemde ve aralarda azalma olsa da oldukça ilgi görmüş bir konu. Anayasa, bir “vesayet” anayasası olarak tanımlanıp, aslında 87 maddesi değiştirildiği gerçeği göz ardı edilerek çıkarımlar yapıldı yıllardır. 2010 değişikliğinde ise kabul görmüş ifadeyle vesayete bir darbe vuruldu.
Anayasa, değişmeye doydu ama değiştirenler değiştirmeye doymadı 34 yılda. Bugün konuşulan değişiklikler ise şu ana kadar yapılan en köklü olanı belki de. OHAL döneminde gündeme gelen bu anayasa değişikliği ile, teklifin genel gerekçesinde de ifade edildiği üzere, bir hükümet sistemi yeniden kurgulanmaktadır. Bu sisteme siz “Cumhurbaşkanlığı” biz “Tek Adam Rejimi” diyoruz.
Anayasa, normlar hiyerarşisinin en üstünde bulunan hukuk kaynağıdır. Anayasa, toplum sözleşmesinin somutlaşmış hali, hiyerarşik olarak altta bulunan kanunlara ruhunu veren “temel norm”dur. Bu kapsamda, yapılan her değişiklik, toplumun yapısına doğrudan etki edecek, yakın siyasi gelişmelerde kendini gösterecektir. Bundandır bu kadar karşı çıkışımız..
Cumhurbaşkanı, kararname çıkarır, kritik her maddenin bir fıkrasına “kanun ve Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenir” ibaresi getirilir ve bu şekilde bir sistem krizi çözülür. Senaryo budur ancak bu senaryoda bazı gerçeklikler gözden kaçırılır. Parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçiş, Türkiye’ye has bir değişim değildir. Bunun daha önceki örnekleri -Zimbabve, Gana ve Malavi- BBC Türkçe’de Onur Erem’in yazısında incelenmiştir. Özetle sonuç, daha büyük krizler ve üzücü bir şekilde dikta rejimi olmuştur. Yetkilerin tek kişide toplanmasının demokrasi patlaması olarak gösterilmesi ise yalnızca ürpertici bir benzerliktir.
Peki bu değişiklik gerçekten neler öngörüyor? Cumhurbaşkanı kararname çıkarabiliyor, bakan ve kendi yardımcılarını atayıp görevden alabiliyor, OHAL ilan edebiliyor, Meclis’i feshedebiliyor ve devamı. Özetle, sanki bir karar alınacağında bürokratik engeller mevcutmuşcasına “sistem tıkanıklığı” çözme çabası var. Hızlı karar alarak reaksiyon hızını artırmak mı yoksa yavaş ama doğru kararı almak mı? Politik felsefede yılların tartışması burada karşımıza çıkıyor. Bu soruya kesin bir cevap vermek zor ancak Türkiye pratiğinde bu sorunun cevabı çok açık: günden güne, ülke çıkarlarından çok siyasi çıkarlara göre şekillenen Türkiye siyasetinde ne kadar yavaş da olsa denetim şarttır. Bu yazının altına: “Ama Cumhurbaşkanı denetleniyor teklifi de mi okumadın?” yazanları görer gibiyim. 400 oyla Yüce Divan’a sevk edilmeyi öngören bir denetim sistemini, Cumhurbaşkanı’nın sorumluluğunu “Vatana İhanet” ile sınırlayan sistemden çok da farklı görmüyorum.
HSYK kalkıyor ve yepyeni bir kurumumuz HSK, yani Hakimler ve Savcılar Kurulu doğuyor. Üyelerinin yarsını Cumhurbaşkanı’nın yarısını ise Cumhurbaşkanı’yla aynı anda seçime giren Meclis’in atadığı bir kuruldan bahsediyoruz. Yargı bağımsızlığı diyoruz… Buna karşı HSYK seçimlerindeki kutuplaşmanın önüne geçilecek deniyor. Kutuplaşmanın çözümü tek adamın hepsini seçmesi olarak empoze ediliyor. Yine “Ama yarısını Meclis seçiyor!” lafını duyar gibiyim.. Meclis’teki üye seçim usulüne bakılmasını tavsiye ediyorum.
Dikkat ettiyseniz yukarıda çok yüzeysel bir şekilde, yalnızca bazı değişikliklere değinebildim. Zorundayım, çünkü sorun, değişen maddeler değil; arkasında yatan sosyal gerçeklik.
İki önceki yazımda bir kanunlaştırma pratiğinden bahsettim: araya sözde olumlu maddeler yerleştirerek aslında istenen şekilde torba paketler oluşturma siyaseti. Bu anayasa değişikliğinde, referandumda kullanılacak argümanları şimdiden kestirmek oldukça zor. Ancak 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından gelen bu değişikliğin nasıl sunulacağını tahmin etmek o kadar da güç olmasa gerek. “Askeri-sivil yargı ayrımını kaldırdık”, “Yasama ve Yürütme üzerindeki vesayeti kaldırdık” ve türevleri kulaklarımda çınlıyor şimdiden. Yer miyiz peki? Kocaman bir of!
Bu değişikliğin arkasındaki sosyal gerçekliğe dokunmak gerekiyor asıl. Bu halkın bu değişikliğe nasıl tepki vereceğine, demokratik sisteme ne kadar sarılacağına bakmak gerekiyor. Bu konuda da pesimist olduğum için çok üzgünüm ancak şu anda halk belli başlı odaklara kin beslemeye yönlendirilmiş ve “kenetlenmiş” durumda. Rusya, İsrail, Esad(Suriye), IŞİD, PKK ve Avrupa Birliği dahil birçok şer odağı etrafımızı sarmış ve tek çıkış yolu “Reis”e güç vermek; onun bu düşmanları püskürtmesini beklemek. Bu psikolojideki bir halktan demokrasiye sahip çıkmasını beklemek de çok güç ve kesinlikle bu noktada halkı suçlamak mümkün değil. Her haber ağında aynı hikaye, halk ne yapsın?
Bu kadar olumsuz arasında hiç mi olumlu bir taraf yok? Belki de yok ancak bu, pes edilmesi anlamına gelmiyor. Nasıl muhalefet edilecek buna bir an önce karar verilmelidir. Her attığı adımda “bölücü” olarak yaftalanan bir CHP ve eş genel başkanları cezaevinde olan bir HDP, bu mücadeleyi ne kadar yürütebilir bu tartışmalıdır ancak bu, umutsuzluğa kapılıp sistemi bir bütün olarak teslim etmek anlamına gelmemektedir.
Türkiye’nin sorunu bir sistem sorunu değil, bir yönetim sorunudur!