Zeki Demirkubuz, Türkiye’de bağımsız sinema alanında özgün aktarımı ve seçtiği konular ile kendine sabit bir izleyicisi kitlesi kazanan senarist, yapımcı ve yönetmendir. Sizlere Demirkubuz’la yaptığımız ufak sohbeti 3 bölüm halinde aktaracağız. Keyifli okumalar.

Yaptığınız röportajlarınızı okurken ilkokul yıllarınızda okulunuz tatilken yaşadığınız bir olay var. İlk defa yalnızlığımı orada keşfettim ve beni bir şeyler yapmaya yöneltti diyordunuz. Bu hikâyeden yola çıkarsak, orada geçirdiğiniz çocukluk dönemi size çok şey kattı diyebilir miyiz?

O nasıl bir şey bilmiyorum bazen hayat hikâyemin bir parçası, daha doğrusu duygu hikâyemin bir parçası. Yalnızlık ve acı ile ilk tanışmam, ilk hissedişim ile ilgili bir şeydi. İnsan bunu yalnızlık duygusu ile söylüyor ama inanılmaz bir karşılık bu. Hatta bir gün iki tane arkadaş bana bir film getirdiler bakar mısınız diye, çok beğenmedim filmi; fakat o anlattığım kısa anıyı 120 dakikalık uzun metraj film yapmışlar. Mesela bunlar beni filmlerimin beğenilmesinden daha çok sevindiren şeyler. Çünkü insanların artık ideolojik olarak algılandıkları, okundukları, belirli bir imaj ile herkesin bir yere konulduğu zamanlarda böyle başka bir şekilde daha manevi, daha insani bağ kurulduğunu görmek gerçekten sevindirici bir şey. Bazı çocuklar taşrada, ailenin yoksulluğu yüzünden ki ben buna özgürlük diyorum, yani anne babaların çocuklarına karşı sevgi ile yaklaştığı ya da onların geleceği ile eğitimleri ile ilgilenilmesinin bu kadar önemsendiği bir zamanda öyle bir durumda olmayı ben daha çok önemsiyorum. Şöyle bir hayatıma baktığım zaman benim en büyük özgürlüğüm hayatta bu oldu. Yani ailemden sevgisizlik değil belki, sevmediklerini düşünmedim hiçbir zaman ama taşralı, eğitimsiz bir aile olmaktan dolayı, bir çocuğun onlar için anlamı çocuk, uşak olması yüzünden sokakta oynasın duygusu bana inanılmaz bir özgürlük kazandırdı ve hayatımda doğru yanlış ne istiyorsam yapabilme olanağı buldum. Bunlarda en acı ile en güzeli ile bana hep böyle kendimi gerçekleştirme yolunda bayağı bir yardım etti. Bu anlamda mesela diğer birçok çocuktan daha özel bir hikâyem ve hayatım olduğunu düşünüyorum. Böyle olduğu için yıllar içinde haylazlık, aylaklık, sorumsuzluk şeklindeki o özgürlük duygusu yüzünden ev bana hiçbir zaman yetmezdi. Mesela evde oturmak, ders çalışmak ya da ona benzer bir şey yapmak dünyanın en büyük yüküydü.

Lise döneminde hapishaneye girdiniz, çıktıktan sonra işportacılık yaptınız. Benim sormak istediğim bunların sonrasında Zeki Ökten ile çalışmak size ne kattı?

Açıkçası Zeki abiden bana kalan duygu, sinemadan çok başka bir şeydir; çünkü yapmaya çalıştığım sinema meseleleri hatta film biçimleri konusunda bir bağımız yok o yüzden bu konuda ondan öğrendiklerimin tam tersini yaptım, benim başka bir meselem vardı. Ondan öğrendiğim şeyler daha insani şeylerdir. Bu hayatta gerçekten abim diyebileceğim, abilik duygusuna sahip tek insandır. Bunu bütün akrabalarımı, herkesi katarak söyleyebilirim ki en fazla bir-iki tanesinden biridir. Mesela ben onu hep utanma duygusu ile hatırlarım. Utangaç bir insandır en çok da o yönü ile sevmişimdir. Yönetmen olarak da öğrendiğim şeyler var elbette, bu daha çok sahneyi çekerken girdiği duygu ve masumiyettir. Mesela ben onun kadar masum olduğumu düşünmüyorum. Yönetmenlik namusu diye bir şeyi bu piyasada Lütfi Akad ile beraber duyduğum tek insandır. Benim o dokuz senede sinemadaki deneyimlerimin bana bir faydası yok; ben o dönemi emekçi olarak niteliyorum. Zaten daha önce çok daha zor işler yapıyordum, işportacılık yapıyordum, fiziksel olarak da iyi durumda değildim; zaten Zeki abi de bunu bildiği için beni biraz da o işlerden kurtulmam için bu tarafa çekmeye çalıştı. Çok da sinemanın farkında olan biri değildim. Sinemayı çok seviyordum çocukluk duygusu ile ama sinemacı olmak gibi bir düşünce hiç bir zaman yoktu zaten Zeki abi ile sinemacılık üzerinden tanışmadık. Ben ona sinemacı olmak istiyorum diye gelmedim bambaşka bir içerikte tanıştık ama o biraz daha iş güç sahibi olsun, para kazansın, kendine baksın diye beni bu alana sürdü; dolayısı ile o 9 senede benim asistan olarak çalışmamın açık söylemek gerekirse hiç bir anlamı yoktu. Kaldı ki şunu da söyleyebilirim ben böyle bir insan olmasaydım, dahi bile olsam bu dahiliğimi alıp götürebilirdi o süreç; çünkü sinemanın bu içerikte yapılması pis bir iştir. Ama en fazla şunu söyleyebilirim, ne yapacağımı değil de ne yapmayacağımı öğretti, en büyük faydası bu oldu. Bir de çalıştığım işin şekli yüzünden çok faydası olmuştur çünkü asistanlık dışında prodüksiyon kısmında da çok iyi çalıştım. Daha sonra oradaki becerilerimi, oradaki deneyimlerimi birinci filmimin yapımcılığını yaparken çok kullandım çünkü çok iyi, becerikli bir asistandım. Sonra bu filmleri başka bir yapımcı çekmeyeceğine göre bunları kendim çekmeye başladığım zaman bu deneyimleri kullanabilmek çok işime yaradı. Kimsenin para ile bile yapamayacağı işleri çözümlemek açısından en büyük faydası bana bu olmuştur. Sinemanın maneviyatı ile ilgili hiç bir bağım olmadı, ben o bağı edebiyattan aldım özellikle Rus edebiyatından.

Peki, ne oldu da ben asistanlığı bırakıyorum ve C Blok’u çekiyorum dediniz?

O olay çok komik bir şey oldu. Artık bıkmıştım son dönemde, filmler de bitmişti artık yavaş yavaş diziler başlamıştı ve onlarda çalışmaya başlamıştım.

Ferdi Tayfur ile de çalışmıştınız.

O daha öncesindeydi, en mutlu olduğum setlerden bir tanesidir ve Ferdi Tayfur da benim en sevdiğim adamlardan bir tanesidir; çünkü bir bağ kurabileceğin bir içerik olmayınca insanların kim olduğu ve nasıl adamlar olduğu ortaya çıkıyor. İnanılmaz tatlı bir adamdı, çok vicdanlı bir adamdı. İtiraf edebilirim ki onun setinde de çok şey öğrendim. Haksızlıklar gibi bir yığın kötü şey oluyordu. İnsanların kolaylıkla harcandığı, para pul sorunlarının aşağılıkça çözümlendiği durumlar falan oluyordu ve en sonunda bunlar bile film çekerse ben de çekerim dedim. Aslında ilk kararım böyle oldu, bunun arkasından çok kısa bir sürede C Blok’u yazdım. Bir anda olaylar öyle gelişti, kredi çıktı bir şeyler oldu ve ne yaptığımı bile bilmeden kendimi yönetmen olarak buldum. Ben bu hikâyeyi iyi buluyorum; çünkü bu sayede ileride başka şeyler oldu ama burada büyük anlamlar yok gerçekten teknik olarak aynen dediğim gibi oldu, hatta daha komiği oldu.

Peki, merak ediyorum internette sizinle ilgili yazılanlar da C Blok filmini reddedişinizden bahsediyorlar ama hiçbir zaman sizin kendi ağzınızdan böyle bir şey duymadım. 

Bir şeyi bir mantıkla söylersiniz ama diğer insanların algıladıkları ile bambaşka bir hikâyeye dönüşür, kamusallaştıkça gerçekliğini kaybeder. Buradaki mesele çok basit benim C Blok’u önemsememin en büyük nedeni, beni yanlış yaptığım ile yüzleştirerek neyi yapmam ve neyi yapmamam gerektiği konusunda büyük deneyim olan bir filmdir. C Blok’un içeriğini çok severim, yan hikâyelerini; hatta hizmetçi kızın hikâyesini ileriki yıllarda tekrar çekmeyi düşündüm. O ham olmak, daha çocuk olmanın getirdiği kendini gösterme duygusu ve dürtüsüne egemen olamayan bir yönetmenin kaygılarıdır. Yani yönetmenliğin iyi çerçevelerde, güzel resimlerde olduğunu zannetme ve seksenlerin kötü sinema geleneğinin öyle ya da böyle bende bıraktığı yanlış ve yapay bir izlenimle yazılan diyaloglardır. Sonrasında bunların sahibi olarak baktığımda ‘utanma duygusu’ geldi. İnsanlar böyle konuşmaz ki, insanlar böyle bakmaz, böyle davranmaz ki duygusu uyandı. Bu utanma duygusu beni Masumiyet’i yaparken yalnız kalma, dışarıda kalma pahasına da olsa daha çok emek verip daha çok gerçeğe yaklaştırmaya yardımcı oldu. Bunun sonucunda sinemacı rolünü bıraktım; çünkü öbür türlü ister istemez sinemacı rolü geliyor. Bu işin sinemacı rolü ile değil sinemacı rolünü iterek yapılabileceğini sezgilerim ile fark ettim ve üç sene bunun için çalışıp Masumiyeti de C Blok’un tam tersi bir biçimde yazdım. Bu yüzden bir reddetme değil aksine sahiplenme oldu bir anlamda; çünkü C Blok’un tecrübesi olmasaydı Masumiyet ve daha sonraki diğer filmleri çekemezdim.

Leave a Reply