“Biz iyi oyunculara sahip değildik ama en iyi takıma sahiptik.”

Bu cümle, 1992 Avrupa Şampiyonası’nda Kim Vilfort tarafından BBC Sports’a söylenmiştir.

Bu cümle, her bir kelimesinde en dipten en tepeye çıkmanın nasıl olduğunu ve hangi duyguların yaşandığını kanıtlayan bir yadigardır. 1992 senesi, hep köşede kalmış ama mütevaziliğinden ödün vermemiş Danimarka’nın şampiyonluk hikayesini barındırır. Bu süreç adeta mutlu sonun kendini göstermediği bir masaldır ve ondan dolayı da kendini masal gibi anlattırır…

13 Kasım 1991’de, halen daha Şampiyona için elemeler oynanırken Danimarka ve teknik direktörü Richard Møller Nielsen ince hesaplar içerisindeydi. Danimarka eğer Kuzey İrlanda’yı mağlup ederse ve Yugoslavya da Avusturya’ya yenilirse şampiyonaya katılma hakkı elde ediyordu. Ancak beklenen olmadı; Danimarka Kuzey İrlanda’yı yense de Yugoslavya, Constantini’nin Avusturya’sını rahat bir şekilde geçmiş ve turnuvaya katılamamıştı. Kimilerine göre hikaye bitmiş ve tatil vakti gelmişti.

Tam da bu kısımda filmlere parmak ısırtacak bir mucizenin kapısı aralanmıştı, o yüzden asla “asla” dememek gerekiyor…

Son dakika gelişmesiyle BBC Sports spikeri Yugoslavya’nın yaşadığı iç savaştan dolayı turnuvadan ihraç edildiğini, yerine ise Yugoslavya’nın ardından 2. sırada olan Danimarka’nın turnuvaya dahil edileceğini söylüyordu. Nielsen şaşkındı, yaptığı bir telefon görüşmesinde ona turnuva kadrosunu hazırlamak için 1 hafta süre tanındığı söyleniyordu. Nielsen hızlıca bir plan yaparak Brondby’den 7-8 oyuncu çağırdı çünkü geçen sene Brondby Avrupa kupalarında çeyrek final görmüştü. Onun dışında Bayern’de oynayan Brian Laudrup da aceleyle çağrıldı. Halbuki bütün bu telaşa rağmen belki de takımın en yeteneklisi Michael Laudrup kadroda düşünülmemişti. Nielsen ile olan sorunları ve ikisinin de inatçı olması, Laudrup’un evde oturmasına sebebiyet vermişti. Danimarka zor bir yola çıkıyordu. Nitekim; A grubunda ev sahibi İsveç’in yanında İngiltere, Fransa ve Danimarka, B grubunda ise Hollanda, Almanya, İskoçya ve Bağımsız Devletler Topluluğu olan (BDT) bulunmaktaydı.

Danimarka, kendi yolculuğunda İngiltere ile 0-0 berabere kalmış ve İsveç’e de 1-0 yenilmişti. Grubun son maçında Fransa’yı 2-1’lik skorla yenen Danimarkalılar, kendilerine güvenen ve mutlu birer çocuk gibiydiler. Medya baskısı olmadan rahatça oyunlarını oynamışlar ve ülkelerine güven aşılamışlardı. Grubu İsveç’in ardından 2. bitirip bir üst tura yükseldiler. B grubunda ise Felemenk ve Alman kasırgaları vardı. Almanya, üst tura olan yolculuğunu BDT beraberliği, İskoçya galibiyeti ve Hollanda mağlubiyeti ile devam ettirmişti.

Turnuvanın bu kısmından sonra olaya ayrı bir parantez açmak gerekir. Danimarka ilk kez bir üst turda Hollanda ile eşleştiklerinde içlerindeki umut ışığının şiddetini hissettiler. Belki buraya gelmeleri (veya ilerlemeleri) kaderin bir cilvesiydi. Danimarka bir İskandinav tarihi yazacak veyahut o umut ışığı Hollanda maçıyla sönüp gidecek ve arkasında buruk bir tat bırakacaktı. Henrik Larsen, Peter Schmeichel, Kim Vilfort, John Jensen… Hepsinin içinde aynı umut ışığı vardı ve kuşlar ötüyordu…

22 Haziran 1992 günü Danimarka, umut ışığını söndürmemek için Hollanda karşısındaydı. Daha maçın 5.dakikasında gelen Laudrup’un ortasını kafayla ağlara gönderen Henrik Larsen mutluydu. Golden sonra hızlı bir cevap geldi. Rijkaard’ın indirdiği topa gelişine vuran Dennis Bergkamp skoru eşitliyordu. Bergkamp golünden sadece 10 dakika sonra temiz bir vuruşla Larsen tekrardan takımını öne geçiriyordu. Maçın son dakikalarında iki taraf yorulmuş, değişiklik hakkı kalmadığı için Danimarka cephesinde John Sivabaek sakat bir şekilde oynamak zorunda kalmıştı. 86.dakikada da Frank Rijkaard, ülkesini son anda elenmekten kurtarmıştı. Uzatmalar da aynı skorla sonuçlanınca sıra korkulan senaryo olan penaltı atışlarına gelmişti. Sırasıyla Henrik Larsen, Fleming Povlsen, Lars Elstrup ve Kim Vilfort penaltıları gole çevirmişti. Hollanda 2. penaltıda Schmeichel engelini geçememiş, tecrübeli kaleci Van Basten’in attığı ve sol köşeye gelen topu çıkarmıştı. Kader anıydı, nefesler tutulmuştu. Çarpık bacaklı Kim Christofte eğer golü atarsa daha önce ihtimal bile verilmeyen gerçekleşecekti. İskandinavların kendilerine has soğukkanlılığıyla kaleci ve topu ayrı köşelere gönderdi ve Danimarka’yı finale taşıdı. Nielsen, 1984’teki kendilerinden daha yetenekli Danimarka takımının yapamadığını yapmıştı. Bundan bir gün önce de Almanya, İsveç’i Hassler ve Riedle (2) golleriyle 3-2 geçmeyi başarmıştı. Dahlen-Brolin ikilisi, finale kadar dayanamamıştı.

Final günü gelip çatmıştı, futboldaki otoritelerin çoğu Danimarka’nın Almanya’ya dayanamaycağını düşünüyordu. Sammer’li, Klinsmann’lı, Illgner’li Almanya maçın favorisi konumundaydı ve öte yandan Nielsen de takımına artık gerçek bir katılımcı gözüyle bakmaya başlamıştı. Turnuvanın başından itibaren oyuncuların sırtına yük bindirmemeye çalışmış, kaybedecekleri birşeyleri olmadığını öğütlemişti. Ancak artık final kapısındaydılar ve bu anlayışın yanlış tutumlar içerisine girdiğini çoktan fark etmişti Nielsen. Bu vakte kadar alışılmışın dışında olmalarını söylediği oyuncularına bu kez tedbirli olmaları gerektiğini ifade ediyordu.

Çoğu kişi maçın kırılma anının Jensen’in golü olduğunu dile getirir ama bana göre Klinsmann’ın kafa vuruşunu Schmeichel’ın kurtardığı an Danimarka halkı, olmayanın yavaş yavaş olacağına inanmaya başlamıştı. Nitekim 78. dakikada Kim Vilfort sahneye çıkmış ve takımının ikinci golünü atarak kupayı Danimarka halkına getirmişti. Rüya bile denemeyecek bir düşünce kırıntısı gerçeğe dönüşmüş ve Danimarka şampiyon olmuştu. Birkaç ay önce bunu demek bile başlı başına bir alay konusuydu ama Nielsen ve ekibi başarmıştı. Vilfort ise mutluydu, maçtan sadece birkaç dakika önce lösemi hastası olan kızını ziyaret etmiş ve onun için kazanacağını söylemişti kızına. Dileği gerçekleşmişti ama turnuvadan sonra kupanın getirdiği zaferi bile gölgeyecek acı haber Vilfort’a ulaştı…

Avrupa Şampiyonası’nı Danimarka’ya getiren şey bu sefer taktik değildi. 5-2-3 ile 5-1-2-2 arasında gidip gelen esnek bir formasyonları vardı ve kuşkusuz gidişat değiştiren oyunculara sahiptiler ama etken rol bu değildi. Asıl kazanmalarını sağlayan durum moral ve motivasyona sahip olmak ve bir takım ruhuna sahip olmaktı. Bazı söylentilere göre Fransa maçını kazanmalarını sağlayan şey Nielsen’in oyuncularına mini golf oynamalarına izin vermek, Hollanda maçını kazanmalarını sağlayan şey ise Burger King’den çatlayana kadar Whopper yemelerine göz yummaktı. Belki doğrudur belki yanlı ama asıl gerçek “asla” dememek ve her daim umut ışığını söndürmemekti. Bu turnuva ve başarı da böylelikle futbol tarihi arasında unutulmayacak bir yer kazandı.

Leave a Reply