Saygı duymayı bilen saygı görür. Eleştirdiği tutumları kendi sergileyen adamın sözüne güvenilmez. Her kim yanlış olduğunu düşündüğü bir hareketi kendi hayatında sergilerse itibarı yerle yeksan olur. Kişinin kamusal tutumuyla özel yaşantısındaki tavrı çelişiyorsa kişi ikiyüzlülük etmiş sayılır.
Yukarıda saydıklarım bir temenniden ziyade cemaat, topluluk halinde yaşamamızın sonuçları olmalıdır. Ümidim öyledir ki, bu kaideler şu an memleketin bir köyünde vuku buluyorsa hâlâ milletizdir, millet olarak kalmayı başarmışız demektir. Fakat her gün ekranlarda gördüğümüz simaların bu altın kuralları ihlal ediyor olması tabii olarak hepimizi düşünmeye itiyor.
Her doğru her yerde söylenebilir, ancak her doğruyu herkes söyleyemez. Doğruyu söyleyebilmek, doğrunun savunuculuğunu yapmak için yanlışa bulaşmamak gerekir. Mağdur olduğunu iddia eden zalime dönüşmemelidir. Şehidin mukaddes olduğuna inandığını belirtenler insanların gözüne soka soka şehit annelerini kendi siyasi partilerinin istikbali için meze olarak kullanmamalıdır. Torpilden, rüşvetten yakınanlar bu gibi ucuz numaralara kanmamalıdır. Gazetelerde anti Amerikancılık yapanlar çocuklarının o ülkeye hizmet etmesinden bir nebze rahatsızlık duymalıdır. Terörü ve terör seviciliğini meşru bulmadığını iddia edenler devlet televizyonlarında teröristle röportaj yapılmasına göz yummamalıdır, ha yok teröristin terörist olduğunu bilmiyorsak da makamımızdan istifa etme seçeneğini bir kez düşünmek gerekmektedir zira görevimizin gerektirdiği sorumlulukları yerine getirmiyoruzdur.
Böyle bakınca gayet basit, uygulanmaması hayal edilemeyecek gibi olan bu yasalar bizim canımız memleketimizde toplumsal yaşamımızın teminatı konumunda olduğundan yok sayılması pek de ihtimal dahilinde gözükmemektedir. Fakat ola ki, sallıyorum, üçüncü dünya ülkelerinin yahut ülkesinin ekonomik ve siyasi bağımsızlığını tehlikeye sokan beceriksiz bir siyasi liderin güdümündeki ülkelerin herhangi birinde bu gibi kurallar, temel kaideler esnetilirse ve toplumun her gün görmek zorunda kaldığı isimler bu ilkeler yokmuşçasına davranırsa artık şarlatanlar güvenilir sıfatı kazanmaya başlar, yalancılar en muteber insan konumuna gelir, hak yiyenler ve adam kayırmacılığın tillahını yapanlar işinde ehil ve sözde liyakatli kişiler olup karşımıza çıkıverir, ne idüğü belirsiz insanlar ülkenin güzide eğitim kurumlarının birine hikmetini bir türlü çözemediğimiz sebeplerle yönetici olarak atanabilir.
Eğer bu saydığım olası tehlikeler gerçekleşmişse bir ülkede, kanaatimce o ülke yaşayacaklarının sebebini değil de yaşadıklarının sonucunu görüyor demektir. Misal herhangi bir organizasyon, ötekini ‘baskıcı, hürriyet düşmanı, insan hakkı ihlalcisi, adaletten nebze nasibini almamış insanlık bozuntusu’ gibi laflarla suçluyorsa ve haklılık temeli de olsa, tahminimizce bu tenkitleri dile getirenler kendinden geçmiş derecede hürriyet sevdalısı, evrensel değerlerin savunucusu falan olabilir. Ancak böyle değilse, mesela kıyafet özgürlüğü konusu bile hâlâ medeni olduğu iddia edilen bir yerde tartışılıyorsa bütün bu yanlış olduğunu düşündüğümüz zincirleme davranışların çok büyük mazisi vardır. Uzun bir sürecin, çalkantılı dönemeçlerin, kritik eşiklerin nasıl geçildiğine dair ciddi sorular sormak gerekmektedir. Bu da aslında kültürel sorgulamayı yanında getirir.
Ben -şahsım adıma konuşuyorum- Türk’ü düşünürüm, onun iyiliğini isterim, onunla dertlenmeyi kendime vazife koşarım ama pek sevmem. Zaten Türk’ü şu haliyle sevenden de öyle pek hayır geleceğini sanmam. Ancak biz neden bu kültürel bozukluklara, birbirini daima kötü etkileyen o çok sıkıntılı çarka savaş açtık, bunun cevabını vermek gerekiyor.
Birçoğumuz burslu okuyoruz yahut okulun sağladığı pek çok imkandan rahatlıkla yararlanabiliyoruz. Özel üniversitede olsak da devlet okulumuza fon sağlıyor. Yani, biz aslında sokaktan geçerken önceden hiç görmemiş olduğumuz o 53 yaşında dul kalmış Ayşe Teyze’nin vergileriyle okuyoruz. Bu bana ister istemez bir mecburiyet hissi yüklüyor. “Devlet kutsaldır”, “efendim Türk böyle iyidir, şöyle harikadır” gibi muhabbetlerden sıyrılıp kamusal bir zorunluluk hissettiğimden ötürü ben memleketimin insanları için çalışmayı kendime görev biliyorum. Pek çoğumuz da bu kaygıyı güdüyoruz zaten. Mustafa Kemal’in sarı saçına, mavi gözüne vurgun olmaktan öte (ona da vurgunuz amma mesele bu değil) onun neden bu vatanı kurtarma gibi bir arzuya kapıldığını anlamak bu yoldan geçer sanıyorum.
Bahsettiğim meseleye dönecek olursak şu acı gerçeği görmek gerekir: Zaferi tek bir kişi, kendi başına kazanamazken; felaketi tek bir kişi getirebilir. Metnin başında belirttiğim hepimizde aslında içgüdüsel olarak bulunan bu temel kurallar kolay kolay yerleştirilemezken, belli bir güruhun çabalarıyla hızlıca yok edilebilir. Adeta bir virüs gibi düzgün olanı bozmaya, kendilerinden olmayanı yok etmeye, düşmanlarını kendilerine hizmet eder hâle getirmeye çalışırlar. Bu aslında o ‘belli bir güruhun’ becerikli olduğundan falan da kaynaklanmaz. Tabiat bunu söylüyor nihayetinde, yanlış daha hızlı yayılırken doğru bazı engellere daha kolay bir şekilde takılabiliyor.
Bu bozuk çark mevzusunu biraz daha açmak gerekebilir. “Yanlışın yanlış olduğunu söylemek yetmez, yanlışın karşısında durmak ve doğru olanı yapmak lazım.” dedik. Ancak bu tahmin ettiğimiz gibi kolay olmayabileceğinden insanlar bazı bahaneler üretmeye de meyledebilir. İşte burada da bizim önsezi yeteneğimiz devreye girer. (Keşke o Anadolu irfanı gerçek olaydı) İnsanlar hata yapabilir, hata yapan insanlar yanlışlarını fark ettikten sonra doğruyu bulabilir, doğru tek olmadığından dolayı kişiler tamamen iyi niyetiyle bazı işlere kalkışmış olabilir. Her şeye amenna, ancak biz buradaki samimiyet ve art niyet ayrımını net çizmeliyiz.
Misal veriyorum, hatalarımız 838 vatan evladının şehit olmasıyla sonuçlandıysa biz burada samimiyet testi yapamayız. Hatalarımız bir milletin yüzlerce yıl emek vererek kurduğu kurumların vasıflarının yitirilmesiyle sonuçlandıysa biz halis bir niyetten bahsedemeyiz. Hatalarımız memleketimizde kendi insanlarımızın vergilerinin sığınmacılara milyarlarca dolar aktarılmasıyla sonuçlandıysa ‘affedin, arada olur böyle’ diyemeyiz. Hatalarımız eğer kendi yandaşlarımızı zengin etmek için bir vesile yarattıysa meseleyi yanlış-doğru çatışmasından falan bahsederek geçiştiremeyiz.
Niyetleri iyiymiş!.. Nasıl iyi niyettir? Ben ihanet diyorum, siz deyin ki gaflettir. Eğer mevzu vatansa gaflet de ihanettir. Caminin duvarına işedi, siydi bunlar! İhanetin adını, açılım koydu bunlar... (Ozan Arif)
İroni şu ki, biz bunları hep yaptık. Her seferinde gafili bağışladık, sonrasında da başka silleler yedik. Neden? “Eleştirdiği tutumları kendi sergileyen adamın sözüne güvenilmez.” şeklinde bir kuralımız olduğunu iddia etmiştim. Herhalde kurallara itimadımız olsaydı bunlar yaşanmazdı. Ama bahsettiğim toplumsal yapı, millet olma şuuru, insanlara karşı güven duygusu örselendiği için muktedirler hesap sorulamaz hâle evrilmektedir. Birbirine eklemlenmiş küçük kirli dişler, çok daha kompleks ve çözülmesi zor bir dişli oluşturduğundan münferit olarak iyi gözüken pek çok kişiyi de kendi aralarına katabilmiştir.
Bu yüzden, yani iyi niyetin, sağduyunun, adaletin, hürriyetin üstünlüğüne inananlar organize olup da alternatif bir çark yaratamadığından ortada iyi niyetli insanlar tarafından öncülüğünün edilmesi gereken büyük bir zihniyet değişiminin ve kültürel evrimin ihtiyacı belirmektedir. Türk gençleri olarak bu boşluğu doldurmaya, hasta olanı kaldırmaya, uyuyanı uyandırmaya yönelik arzumuz da kudretimiz de inancımız da vardır.
Zamanınızı çaldım, selam ve muhabbetle…