Okulumuzun değerli hocalarından biri olmasının yanında İletişim ve Tasarım bölümünün bölüm başkanlığını da üstlenen Ahmet Gürata hocamızın gözlem ve bilgisine yer vererek yaptığımız röportajı sizlerin de keyifle okumasını temenni ederiz.

Hocam, öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi iktisat bölümünden mezunum. İktisat okurken ve mezun olduktan sonra uzunca bir süre medyada çalıştım. Önce haber ajanslarında daha sonra da televizyon kanallarında çalıştım. Aslında iktisat okumaktaki amacım da bu yönelimlerime destek olmasını istememden dolayıydı. Ancak profesyonel hayatta çok da aradığımı bulamadım. Bunun üzerine yakın olduğumu düşündüğüm, bu işin eğitimine dair bir şeyler yapmak istedim. Bilkent Üniversitesi‘nin grafik tasarım bölümünde yüksek lisans eğitimimi ve Londra Üniversitesi‘nde de doktora eğitimimi tamamladım. Dönüşte de YÖK bursu ile eğitime gittiğim için bir süre Gazi Üniversitesi‘nde görev aldım. Son 5 yıldır Bilkent Üniversitesi, İletişim ve Tasarım Bölümü‘nde görev almaktayım.

İnternette sizin hakkınızda yazılanları okurken dikkatimi çeken bir şey oldu. Sizden herhangi bir dersinizi alıp da kötü bir şey söyleyen kimse yok. Genelin dışında bir durum. Genellikle kişinin akademik unvanı arttıkça öğrenci ile arasında ki mesafe de daha çok olur; fakat bu durum sizin için böyle değil. Dengeyi nasıl sağlıyorsunuz?

Olumsuz olanları ben sildim (gülüyor). Aslında şöyle söyleyim, böyle bir mesafe koymayı sevmiyorum. Sonuçta bu iş bir eğitim olduğu için karşılıklı bir hiyerarşiye dayanıyor. Öğreten taraf belirli bir yerde duruyor, mesafe oluyor ama ben bunu böyle adlandırmak yerine ortak bir süreç olarak görüyorum. Biz de ders anlatırken bir öğrenme sürecinden geçiyoruz; öyle ki kimi zaman oradan gelen bir soru, bir tepki bende bir şey uyandırıyor. Kısacası, hiçbir zaman hiyerarşik bir ilişki veya  özel bir saygı ilişkisi olması gerektiğini düşünmüyorum o yüzden de genelde kapım açıktır. Bu herhalde bana özgü bir şey de değil, mesleğin bir yönü. Karşınızda öğrenme isteği duyan birini görmek çok mutlu ediyor bizi. Tabiri caizse, genellikle söylediğim bir laf vardır; taciz edin bizi yeter ki bir sorunuz olsun, bu durumdan mutlu oluyoruz.

Hocam, bizim ülkemizde özellikle kilit meslek olarak kabul edilmiş avukatlık, mühendislik gibi meslekler var. Özellikle halk arasında bu meslekler garanti iş olanağı sağlayacakmış gibi göründüğünden mesleki seçimlerde daha çok talep alıyor. Bu ilerieyişi kırmak için güzel sanatlara, iletişim fakültesine bağlı bölümlerin hocalarının biraz daha fazla şey yapması gerekiyor gibi. Bunun zorlukları nelerdir?

Biraz daha yeni bir disiplin, yeni bir alan. Yurt dışında iletişim adı altında dünya savaşından beri gelişmekte ya da fakülte olarak 70‘li yıllardan itibaren gelişen, sınırları da henüz net çizilmemiş, gelenekleri tam oturmamış bir alan. Yani o anlamda bir sıkıntımız olabilir. Bu alanın neyi kapsadığı ve ya hangi meslek dallarına yönelebileceği çok kestirilemiyor. Velilerden ve öğrencilerden bu yönde çok soru geliyor. Öbür taraftan da günümüzün ihtiyaçları bu alanları gereksinim haline getiriyor. Bugün şirketlerde, sanatta olsun her alanda son derece ağırlık kazanan bir yapısı var. İletişim kanallarının özellikle de internetin çok gelişmesi ile bizim alanımıza ilgili arttı; özellikle de uygulamada çok fazla ihtiyaç duyuluyor. Ayrıca bu gelişmeleri anlamak içinde bize ihtiyaç duyuluyor. Dolayısıyla bir yanı ile belirsiz ve tartışmaya açık olması ile birlikte bir yanı da çok büyük bir ilgi görüyor. Son yirmi yıl içerisinde ülkemizde ki iletişim fakültelerinin sayısı neredeyse üç katına çıktı, bir yandan da böyle bir talep var. Ben bunu bir avantaj gibi görüyorum çünkü bir yandan bir oluşum sürecinin içerisinde yer almak, onun şekillenmesine yardımcı olmak her zaman yeni bir takım şeyleri araştırmayı gerektiriyor. Buna yeni medya adını veriyoruz, belki eskilerle aynı işlevi görüyor ama kullanımı farklı. Sürekli günceli yakalamaya yönlendiren ve yeni gelişimleri takip etmeye zorlayan bir tarafı var ama bir yönüyle de çok temelde değişmeyen bir özü var.

Bizim okulumuzda, iletişim tasarım bölümünde okuyan öğrencilerde eğitim ve bunu takiben de gelişim süreci nasıl oluyor?

Belki diğer öğretim programlarıyla farkını tartışarak anlatmaya çalışabilirim. Birinci önemli yönlerimizden bir tanesi kuram ve uygulamın iç içe ve dengeli bir şekilde ilerliyor olmasıdır. Genellikle fakültelerde birinden birinin lehine ağırlıklar değişebiliyor. İletişim fakültelerinin bir çoğunda uygulama biraz daha isteğe bağlı olabiliyor ya da imkanlar bu konuda çok yeterli olmayabiliyor. Bizim programımızda bunu gerçekten dengeli bir şekilde götürmeye çalışıyoruz. İleride bu işin uygulamasını yapmayıp sadece kuramsal anlamda sürdürmek isteyenlerin de uygulamayı iyi bilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Uygulama yapacak olanlarında mutlaka kuramsal bilgiyle donanması gerekiyor. Programımızdaki birinci şeylerden bir tanesi bu dengenin çok hasssas bir şekilde gözetiliyor olmasıdır, zorunlu dersler içerisinde bunun dengeli bir şekilde sürdürülüyor olmasıdır. Bir diğer önemli özelliğimiz de; yine bu tarz programlarda tasarım çok önemli bir temel oluşturuyor. Görüntü düzünlemesi, genel bir estetik bakış gibi şeylere yönelik alt yapıyı ilk yılda temel tasarım olarak vermeye çalışıyoruz. Bu da genellikle klasik sinema-televizyon ya da iletişim programlarında yer alan bir boyut değil. Biz de bunu birleştirerek sağlam bir estetik bakış getirmeye çalışıyoruz. İletişim ve tasarım çok geniş bir spektrumu olan ve sürekli yenilenen alanlar içeriyor, kabaca üç başlığa oturtmak mümkün. Bir tanesi video yapımı diye adlandırdığımız ama bunun içerisinde sinema, fotoğraf gibi bütün alanları kapsayan bir başlık. Bir diğeri ise reklamcılık; reklamcılığın müşteri ve pazarlama boyutundan çok reklam üretimi, reklam filmi yapımı gibi yönleri ile bağlantılıyız. Bunun dışında daha kurumsal diyebileceğim bu alanda halkla ilişkilerden, iletişim uzmanlığına kadar değişik şeyleri kapsayan, bizim görsel çalışmalar diye adlandırdığımız bir başlık var. Burada da daha çok hem akademik kariyere yönlenecek hem de medyanın diğer alanlarında çalışacak kişilere yönelik bir uzmanlaşma yapıyoruz. Bu süreçte üçüncü sınıf öğrencileri kendi danışmanları ile tartışarak bu alanlardan hangilerine yönelmeleri gerektiğine dair  tercihlerine karar veriyorlar.

Peki hocam, akademik hayatınız dışında neler ile uğraşıyorsunuz?

Konuştuklarımızın çok dışında değil ilgi alanlarım. Özellikle benim kendi disiplinim sinemadır, bununla ilgili festivallerde görev alıyorum. Keyifli olmasının yanında hem de daha çok örnek görme fırsatı oluyor; ayrıca biraz daha farklı kesimlerle de tanışma imkanı sunuyor. Bir de buna bağlı bir takım aktivitelerimiz oluyor; örneğin konferans, atölye çalışması gibi. Bunlar çerçevesinde sık sık seyahat ediyorum. İşimden çok bağımsız değil ama yine de farklı bir şey sağlıyor bana.

Sizin daha ağırlıklı olarak film üzerine dersler verdiğinizi biliyorum. Sizce Türkiye sinema üzerine gelişimde nasıl bir süreçte?

Sinema açısından baktığımızda son yirmi yıl içerisinde üretilen film ve izleyici sayısında bir artış söz konusu, yine de bu artış diğer ülkelerle karşılaştırdığımızda yüksek bir düzeyde değil. Küçük bir örnek vermek gerekirse yetmiş milyonun biraz üzerinde bir nüfusa sahibiz, yılda satılan sinema bileti sayısı 35milyon civarında. Yani her kişiye yılda yarım bilet düşüyor ki bu oran Avrupa da kişi başına iki bilet civarında, neredeyse dörtte bir oranında geriden geliyoruz. Şunu da söylemek gerekir ki sinema dışında başka kanallarla da film izleniyor. Sanırım tam istediğimiz nokta da değiliz gibi gözüküyor, izleyici sayısının biraz daha artması arzu edilen bir şey olurdu.

Leave a Reply