“Ruh çözümleme şöyle der ki, imge, bizi konu dışı bırakmak şöyle dursun bizi derinlemesine kendimize bırakır gibidir. İmge özeldir, çünkü bizim yaşamımızdan edilgin bir biçimde katlandığımız bir dış güç yaratır: Bizim dışımızda, neden olduğu dünyanın gerilemesinde tutkularımızın yolunu şaşırmış ve parlak derinliği uzayıp gider.” Maurice Blanchot Yazınsal Uzam syf 251
İmgenin nesneden önce mi geldiği yoksa nesnenin bir fonksiyonu olarak mı tanımlanabileceği yıllardır edebiyat tartışmalarında konuşulmuştur. İlk aklımıza gelen, genele yayılmış görüş, nesnelerin özneler tarafından kişiselleştirilmiş durumu olarak imgeyi tanımlar. İmgeler kişilerin yaşadıkları deneyimlere göre şekillenirler ve onların hayatında bir durum temsil ederler genellikle. Bazen bir imge insanlığın ortak çerçevede anlayabileceği bir duygu veya düşünceyi de güçlü bir şekilde imgeleyebilir. O zaman imge onu yaratanın kişiselliğinden kurtulur. İmge bir kere yaratıldı mı onu yaratan kişiye hissettirdiği şeyi başkalarına da anlatabilme özgürlüğüne kavuşur ve yazar istese de istemese de, kimseyle paylaşmasa da o imge yazarına yabancılaşmıştır bile. Bu nedenle imgeler kişilerin içinde üretilemez gibi görülür, tersine imge kendini kişiye yarattırır. Bu durumda imgeyi yaratan veya o yaratılmış imgeyi okuyan kişi edilgen bir şekilde imgenin varoluşuna hizmet ediyordur. İmgelerin bağımsızlığı onların nesnelerin özünü ne kadar yansıttığı sorusuna götürür. Evrenselleşmiş özgür imge, nesnenin bir taraftan bakış açısını yansıtır gibi gözükür. Fakat bir nesnenin taşıdığı imge sayısının sınırsız olabileceğini göz önüne alırsak bu durumda nesnelerin özlerini yaratan şey bu imgelerin-yazılmış veya yazılmamış- varlıkları olabilir. İnsanların nesnelerin bilgisine sahip olabilmesi, imgeler yoluyla onları tanımaya ve nesnenin sahip olduğu belki de olmadığı sınırları belirlemeye çalışmasıyla gerçekleşebilir. Böylece insanın içinde edilgin bir şekilde yansıtılan imge, kişinin hem kendi hem de nesne hakkında aldığı yeni bir bilgidir. Bu bilgi nesnelerin ve kişiliklerin derinliklerine dair bilgi verir ve bizi onların özlerine yaklaştırır.
“Yöntemsel bir uygulamayla, nesneleri yansıma olarak canlanmaya ve bilinci nesnede yoğunlaşmaya götürmek söz konusudur. İmgenin oluşturduğu bu kendinden geçme içinde, kendimizin dışında olduğumuz andan başlayarak “gerçek”, kaypak bir egemenlik altına girer, orada ne ‘sınır’ ne ‘ara’ ne de ‘an’ kalmıştır ve orada yansımanın boşluğu içine çekilmiş her nesne kendini adsız bir bütünlükle doldurmaya bırakmış olan bilince yaklaşır. Evrensel birlik böylece yeniden kurulmuş gibi görünür. Böylece nesnelerin arkasında, her nesnenin ruhu kendinden geçip kendini “evren”e bırakan insanın şu anda sahip olduğu çekiciliğe boyun eğer. Büyünün anlamsızlığı açık seçik bir biçimde ortaya çıkar: Girişim ve özgür egemenlik olduğunu ileri sürer, oysa ki, oluşmak için, edilgenliğin egemenliği, içinde amacın olmadığı bir egemenlik kabul eder ancak niyeti eğiticidir: İstediği, dünyadan önce gelen varlıktan, içinde eylemin olanaksız göründüğü sonsuz beriden kalkarak dünya üstünde egemen olmaktır (onu yönlendirmektir). Bu nedenle, öncelikle cesedin yabansılığına yönelir ve onun tek ciddi adı kara büyüdür.” Maurice Blanchot Yazınsal Uzam syf 252