Bir gün yolda yürürken ayağıma “gerçek anlamda zamanı durdurma yeteneği” takılsaydı, onu yerden alıp Duane Michals’a hediye eder ve böylece adalet adına büyük bir adım atmış olurdum. Eğer çoktanrılı bir inancım olsaydı, Michals’ın zaman tanrısı Kronos’un oğlu olduğuna yemin edebilirdim. Fotoğraf çekmek gerçekten de anı dondurabilseydi fotoğraflandığımız kadar kişi olurduk ya, Michals da sanki o sayısız ihtimalin içinde en “sen” olanı bulup donduruyor fotoğraflarında. Belki olmak istediğinden emin olamayacağın ama en derinlerinde aslında olman gereken, ya da tüm benliğinle olduğun, olabildiğin anı… İşte bu yüzden onun fotoğrafları, altına yazdığı notlarla birlikte çok güçlü bir etki yaratıyor bakanların (ya da görenlerin!) ruhunda.

Jim Morrison der ki: “Algının kapıları aralandığında herşey olduğu gibi görünür: sonsuz”, ben de Duane Michals’la tanıştıktan sonra “algının kapılarını” hep Michals’ın fotoğraf makinasının açılıp kapanan diyaframı olarak canlandırmaya başladım gözümün önünde. Kendisinden haberdar olmam yıllar önce gördüğüm “This Photograph is my Proof” başlıklı fotoğrafıyla gerçekleşmişti. Kompozisyonun, ışığın, kendisi de içlerinden biri olan modellerin doğallığıyla, gerçekliğiyle etkilemişti beni bu fotoğraf ve hala ne zaman baksam gözlerimi uzun süre alamam, ardından bir süre düşünmede edemem. Bu ilk fotoğrafı görüşümden sonra da, hakkında hiç bir şey okumadan sadece yaptığı işlere uzun uzun baktım. Bir şey vardı onun çektiği fotoğraflarda ve açıklaması hiç kolay değildi benim için. Sonra üstümde yarattığı bu “şey”i anlatmak için en doğru yöntemin şu olduğuna karar verdim: Onun fotoğraflarına baktığınızda sanki fotoğrafta gördüğünüz insanlar sürekli olarak o anı yaşıyor, sanki fotoğraftaki büyüklüklerindeler ve kendilerine ait, küçük, siyah-beyaz bir gezegenleri var. Sanki onlar o anda donup kalmış ve onların hayatı bazen tüm gerçek dışılıklarına rağmen aslında bizimkinden daha gerçek…

”This photograph is my proof. There was that afternoon,
when things were still good between us, and she embraced
me, and we were so happy. It did happen, she did
love me. Look see for yourself!”

İlk kez karşıma çıkan ve beni derinden etkileyen bu fotoğraf üzerinden devam edecek olursak; öncelikle gözümüze çarpan fotoğrafın hemen hemen merkezinde duran çift, sonra yüz ifadelerinde taşıdıkları duygunun doğallığı, sonra ışık, sonra oda. Biraz daha dikkatli bakınca farkedebileceğiniz bütünlük, fotoğrafın temel objesi olan bir erkek ve bir kadından oluşan çiftin aslında iki değil de tek bir cisimmiş gibi birbirine tamamen yapışık oluşu… Hemen ardından aslında fotoğraftaki her ayrıntının birbirini tamamladığı ve bütünlüğün merkezdeki çiftten başlayıp odaya yayılışı… Belki sonra da bu iki insanın saçlarının ne kadar düzgün taranmış olduğu ya da kadının kolunun açısı gibi başka ayrıntıları göreceksiniz. Fakat tüm bunların arasında, belki bir kaç saniye içinde durup fotoğrafın altında gördüğünüz sizi dehşete düşürecek ya da duygulandıracak el yazısıyla yazılmış bir kaç satırı okuyacaksınız. Aslında öyle pek de şiirsel gözükmeyen, aynen fotoğrafın kendisi gibi doğal, içtenlikle yazılmış bir kaç satırın fotoğrafa bakışınızı ve anlayışınızı derinleştirici etkisi beni en çok etkileyen şeydi. Günlük hayatta karşılaştığımız herhangi bir şeye yapacağımız bir yorumun bizi bir filozof, bir şair, bir dahi yapabileceği gibi. Dünya’da her gün güneş doğup batıyorken neden Van Gogh sarısı diye bir renk var düşünsenize. Tamamen algılamayla, farkındalıkla ilgili bir şeyler var burada da. Diyorum ya aslında her şey basit, her şey gözümüze zorla sokulmaktan uzakta; ama etkileyici ya da belki bir süre sonra huzursuz edici bir bütünlük içinde.

Buradan yola çıkıp fotoğraf sanatının kendisi ve zaman üzerine düşününce, hiç bir şeyin kalıcı olmadığı fikri bu fotoğraftan daha saf bir şekilde anlatılamazdı diye düşündüm. Bunu anlatma yolu olarak fotoğraf kullanılmasıysa muhteşem bir ironi bence. Fotoğrafa bakıp dondurulmuş bir anı görüyorsun ve bir an için ona inanıyorsun, çünkü bu bir aldatmaca. İşte o an, sen tam gördüğüne olduğu gibi inanmışken altındaki yazı sana oldukça ironik bir biçimde “artık bu gördüğün şey yok” diyor.  O zaman kendini aldatılmış hissediyorsun, ama ne fotoğraf tarafından ne de fotoğrafçı… Seni aldatan daha gündelik, sana daha yakın bir şey.

Ben bir “sanat uzmanı” falan olmadığımdan bu yazı sadece kendi bakış açımdan gördüklerimi anlatıyor. Eminim aynı fotoğraf tecrübeli bir göze, pembe gözlükler arkasından, ya da koyu bir göz makyajı sahibine farklı farklı görünecektir. Fakat benim de söylediklerimi destekleyecek görsel bir “kanıt”ım var: Şimdi son bir kez daha fotoğrafa bakın ve gözünüzle ölçerek tam merkezine odaklanın; orada bu çifti değil, sadece kadını göreceksiniz. Yani gerçekte zaman içinde kaybolan ya da değişime uğrayan, ama anısını her zaman için hafızamızdan daha gerçekçi bir biçimde; -bakan kişi için- olduğu gibi saklayan  fotoğrafın tam ortasında ve aslında içinde sonsuza kadar hapsedilmiş olanı…

Leave a Reply