“Dün birinci bölümünü paylaştığım Selen Doğan ile yapılan röportajın ikinci kısmı; daha güncel daha eleştirel…”
Çocuk Gelinler projesiyle neredeyse bütün Türkiye’yi il il, köy köy gezdiniz. Bu yolculuk sırasında beklediğiniz, beklemediğiniz, sizi şaşırtan ya da zorlayan şeyler yaşadınız mı? Proje nasıl ilerledi ve kazanımlarınız ne oldu?
Çocuk gelinler projesinin içinde 54 ilin hepsinde bizzat bulundum ve bu illerdeki salon toplantılarının kolaylaştırıcılığını yaptım. Dolayısıyla bütün o hikâyeler tek tek belleğimde yazılı. Kadınların bakışları, anlattıkları, anlatamadıkları, çaresizlikleri her şey ama her şey belleğimde yazılı büyük bir travmaydı tabii bir yönüyle, bu saha çalışması beş buçuk ay kadar sürdü. Biz üç kadındık, bir kiralık minibüsle her sabah gözümüzü başka bir yerde açıyorduk. Bu zaten oldukça zor iken, bütün hikâyeleri dinlemek… Hakikatten zor bir süreçti. Bu yolculuk boyunca beni en çok şaşırtan ve ümitsizliğe sevk eden şey şuydu: ülkenin doğusundan batısına istisnasız herkesin ezbere söylediği, diline pelesenk ettiği şeyler vardı. Bunlardan bir tanesi erken evlilikler üzerine konuşurken “ama o erkekleri yetiştiren de anneleri” söylemiydi. Bu oldukça yanlış bir yaklaşımdı. Sonuçta kadınlar onları yetiştirmekle bir şekilde mükellef kılınmışlardı anne oldukları için ama bu çocukların babaları nerde? Yani başka rol modelleri nerde? Televizyon, öğretmeni, çizgi film kahramanları… Bir çocuk bunların hepsiyle büyüyor babadan ve diğerlerinden azade büyümüyor. Niçin bu çocuğun yaptığı her şeyden kadını sorumlu tutmak? Bu gerçekten kadın düşmanlığına kadar tanımlanabilecek bir şeydir. Bunu herkesten aynı tonda aynı inanmışlıkla duyuyor olmak hakikatten çok enteresandı. Ne kadar ümitsiz olduğumuzun bir göstergesiydi belki. O kadar kemikleşmişti ki… Ve bu tutum ve davranış değişikliğini birdenbire toplumun üzerinde gerçekleştirebilmek nesiller alacak bir şey. Biz o anlamda sadece bir taşıp halkaları seyretmeye başladık çünkü biz zaten bir çözüm mercii olarak gitmemiştik sahaya; sadece fark ettirelim, dikkat çekelim ve bir farkındalık oluşsun, çözümün aktörleri her kimse onları buraya yönlendirelim ki ellerini taşın altına soksunlar. Bir biçimde ülkenin gündemine çocuk gelinler diye bir konu girdi. Hiç kimsenin umurunda değilken, çocuk evliği bir hak ihlali, bir istismar, tecavüz ya da pedofili olarak görmektense bunu geleneğin, toplumun ‘Türk aile yapısı’ nın bir parçası olduğunu düşünüp herkes bunu meşrulaştırıyordu. İçinde şiddet, istismar, her şey vardı ama nedense çok normal bir şeydi. Dolayısıyla kimsenin bir sorun değeri atfetmediği bir konuydu ama böylece ‘çocuk gelinler bir sorundur ve Türkiye’de de bu vardır’ demiş olduk.
Eğer biraz gündem üzerine konuşacak olursak; kadına yönelik şiddetin arttığı mı yoksa daha görünür hale geldiği mi konusunda bir tartışma var. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu konuda aslında her ikisinin de etkili olduğunu düşünüyorum. Bu bir sarmal ve bir şekilde birbirini besliyor. Şiddetin çok görünür olması, medyada yer alması, çok deşifre olması bir taraftan bu konuya dair farkındalığımızı yaratıyor, bir taraftan da şiddet uygulama potansiyelini açığa çıkarmak için can atan erkek kitlesine de teşvik edici, moral verici ve yöntem öğretici bir şey de oluyor. Bu haberler kadın cinayetlerinin ne kadar kontrolsüz ve cezasız olduğunu da gösteriyor. Diğer taraftan tabi ki görünürlük çok arttı, biz eskiden bunların çok azını biliyorduk ama tam da bahsettiğim sebeple aslında şiddet artmadı sadece görünürlük arttı asla diyemeyiz. Bu sebeple her ikisi birden arttı diye düşünüyorum.
Şu an belki de gündemin en üst maddelerinden biri olup hiç düşmemesi gereken konu olan ‘şiddet’e dönecek olursak toplumda insanların sistematik olarak şiddet gördüklerini düşünüyorum. Patronlarından, polisten, medyadan, eşlerinden ya da ebeveynlerinden… Bunun en önemli mağdurlarının da yoğunluklu olarak kadınlar olduğunu görüyoruz. Siz bu şiddet meselesini nasıl yorumluyorsunuz? Sizce ana sebepler nelerdir? (geleneksel toplum yapısı, din iktidar politikaları, ekonomi…)
Birkaç sebepten söz edilebilir ama ben çatı sebebin öğrenilmiş erkeklik olduğunu düşünüyorum. Bu tek tek erkeklerin sebep olduğu bir şey değildir, toplumsal illüzyondur ve maalesef bu eşitsizliği kadın erkek birlikte üretiriz. Bu çatı altında bazı alt başlıklar var bana kalırsa. Bunlardan bir tanesi muhafazakârlaşma ki bu çok önemli bir etken. Diğer sebep yine muhafazakârlıkla alakalı olan ‘Türk aile yapısı’, bir diğeri ise toplumun kültürel mirası.
Kadına yönelik şiddet konusunda Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın yeterince duyarlı davrandığını düşünüyor musunuz?
Düşünmüyorum. Aslında kestirme bir yanıtla haksızlık yapmak da istemem. Bakanlık çok çabaladı. Bizim Fatma Şahin’den çok umudumuz vardı çünkü yıllardır tanıdığımız biriydi, tam kadın kollarında aktif olduğu dönemden. Şu an iktidarda olan partinin sempatizanı ya da destekleyicisi değildik, tabii ki hepsi ile çalışmak zorundaydık ama Fatma Hanım’ı çok yakından tanırdık. Bakanlığa geldiğinde de şu yüzden çok önemsemiştik: nicedir ilk defa kadın örgütleriyle birebir çalışmış olan, bizi tanıyan anlayan bir bakan geliyor artık taleplerimiz daha çok seslendirilecek diye düşünmüştük. Bakanlığa geldikten sonra maalesef ki iktidar partisi ve onun geniş tebaası içinde herkesin sözünü endekslediği tek yer başbakan oldu ve ondan icazet alınmadan adım atılamaz oldu. Fatma Şahin, öncesindeki bakanlardan daha farklı ama bu farkı somutlanacak olan kadın örgütleriyle ortak hareket edebilme kabiliyeti olacak bence. Bu noktada biraz başarısız oldular bana kalırsa. Kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi sözleşmesi imzalandı, şiddete karşı bazı önlemler alındı, belki daha da çok şey yapılacak ama bunların hepsini bakanlık kendi meşrebince yapıyor, kendi parti politikasının dışına bir adım olsun çıkmak istemiyor. Çocuk gelinler… Ne kadar önemli bir mevzu. Bütün dünya gözünü dikmiş Türkiye’deki çocuk gelinlere bakıyor fakat bakanlığın hala bir adım atmamış olması çok ironik. Çünkü bu kadar muhafazakar bir yaşam biçimini belirliyorsanız kendi içinizde de çok sayıda çocuk gelin çocuk damat varsa onları ve onların ebeveynlerini tabi ki karşınıza almak istemeyeceksiniz. Bu çok politik bir davranış. O yüzden Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile kadın politikaları parti politikalarının bağımsız bir yerde durmalı, bambaşka bir yerden seslenmeli. Bakanlığın çok daha bağımsız ya da özerk bir yapıda olması lazım. Biz 80 kişi meclisin önünde buluştuk, Cemil Çiçek’e gittik, 50.000 imzayı verdik. Taleplerimiz bunlardır hiç değilse evlilik yaşını yükseltin dedik hala yanıt bekliyoruz yani Fatma Hanım’ın bir şekilde buna sahip çıkması gerekirdi, en azından ben de yasa teklifi vereceğim demesi gerekirdi. Bazen süreç çok yavaş işliyor ya da bir yasa çıkarıldığında her şey çözülüyor zannediliyor ama sadece yasa ve onun yaptırımlarıyla şiddeti çözemiyoruz. Şu an devletin kademeleri bahsettiğimiz anlaşmalar dâhilinde eğitimler alıyor ama kendi muhafazakâr politikaları çerçevesinde yetişmiş insanlar yasa, mevzuat ne derse desin yine bildiklerini okuyor, karakolda eşleri barıştırmaya çalışan polisler oluyor. O açıdan siyasi mekanizmanın çok yetersizlikleri olduğunu düşünüyorum.
Kadın erkek eşitsizliği ve bununla doğan problemlerle ilgili meclis araştırma komisyonunun veya vekillerin bireysel anlamda efektif çalıştığını düşünüyor musunuz? Çalışmalar yürütülürken sivil toplum kuruluşları ve meslek gruplarından destek alınıyor mu?
Son on yılda bu konuda çok şey değişti. Avrupa Birliği sürecinin de itmesiyle birlikte sivil toplumun önemi anlaşıldı ve son yıllarda giderek artan ölçüde siyasetçiler sivil toplum örgütleriyle el ele vermeye başladı. Bunu hem sivil toplum örgütlerinin gündemi ne diye merak etmeleri ve orada hazır üretilmiş politika olmasıyla onu alıp meclise yansıtalım demek için yapıyorlar bu çok iyi bir şey hem de siyasi rakiplerine karşı fark yaratmak için yapıyorlar bu da fena bir şey değil. Bugün çok sayıda milletvekili Kaos’la, Pembe Hayat’la, LGBT örgütleriyle çalışıyor pek çok milletvekili çocuk hakları örgütleriyle işbirliği yapıyor, yine pek çoğu Uçan Süpürge ve benzeri kadın örgütleriyle koordineli çalışıyor. Fakat az önce Fatma Hanım için söylediğim şey bu konuda da geçerli: meclis genel kurulunun o çok yoğun eril ve cinnetli gündeminde bizim meselelerimiz kendine çok az yer bulabiliyor. Fakat bizim daha çok lobicilik faaliyeti yapmamız lazım ve uluslar arası mekanizmaları daha çok kullanmamız lazım. Örneğin çocuk gelinler mevzusu. Türkiye’nin altına imza attığı bir çocuk hakları sözleşmesi var. Türkiye’de bunu 198 ülke ile birlikte taahhüt etmiş. Geçtiğimiz haziran ayında sözleşmenin yürütücüsü olan Çocuk Hakları Komitesi Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nı Cenevre’de bir toplantıya çağırdı. Basına pek yansımadı ama komite bakanlık görevlilerine “siz bu sözleşmede taahhüdü olan bir ülkesiniz ama bunun gereklerini yerine getirmiyorsunuz, mahkemelerinizde kararlar alınırken sözleşme hükümlerine atıfta bulunmuyorsunuz, çocuk koruma kanununu işletemiyorsunuz.” dediler. Bunlar çok doğru tespitlerdi çünkü o sözleşmeden bir sürü milletvekilinin haberi bile yok. 2002 senesine kadar evlenebilme alt sınırı 15 yaş idi kızlar için. Daha sonra medeni kanun kadın örgütlerinin delice çabasıyla değiştirildikten sonra anca bu konuma gelebildik. Düşünün, 21. yüzyılda hala 15 yaşında çocuk evlenebilir diyen bir medenim yasamız vardı. Bizler olmasak bunların hiçbiri değişmeyecekti. O kadar çok çabaladı ki kadın örgütleri meclisin önünde yatıp kalktık. Tek mesele parlamento gündeminde kendimize bir yer bulabilmek problemlerimizi seslendirmekti.
Feminizmin politik bir duruş olması sizce şu an yerleşmiş bir algı mıdır? Feminizmin marjinalleştirilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Feminizm bir ideolojidir. Marjinalleştirildiği çok doğru çünkü o kurulu toplum yapısını tehdit eden ve ezberi bozmaya yönelik her çaba toplumun çok büyük bir geneli tarafından her zaman dışlanır. Bu hep böyle olmuştur. Çok yapıcı insanlık için onurlu başka ideolojiler de vardır fakat kimse benimsemez mesela bu hep böyledir. Ben kendi feminizm tanımımı söyleyeyim bir insanın kendine feminist diyebilmesi için kadın hakları savunuculuğu bir tarafa tabi ki o olmazsa olmazımız ama aynı zamanda o insanın ırkçı olmaması, her türlü ayrımcılıktan uzak durması, her koşulda şiddetsizliği savunuyor olması, homofobik ve militarist olmaması bütün bunlardan arındırılmış bir zihninin ve kalbinin olması lazım. Bu insan feminizmin icabı ne ise onu yerine getiriyor demektir. Bu yönüyle pek düşünülmediği için ve feminizme hep önyargılar dahilinde yaklaşıldığı için insanların nazarında çok farklı bir figür var. Bu önyargılardan kurtulmak zor ama bir kez kırıldığı zaman da anlaşabilmek çok kolay. Feminizmin algılanmasıyla ilgili her zaman problemlerimiz oldu ve çok ciddiye alıp bu önyargılar nedeniyle dışladılar ya da hiç ciddiye almadılar.
Türkiye’nin uluslar arası kadın platformlarına katılımını ve çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Uluslar arası alanda kadın örgütleri olarak birçok şey yapmaya çalışıyoruz ama maalesef bunların etkisi ve görünürlülüğü çok az galiba çok yankı bulmuyor. Mesela; Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi sözleşmesi var (CEDAW) bu çok önemli bir politik metindir bununla ilgili çok şey yaptık geçmişte. Gölge raporlar hazırladık, bunları BM’nin genel kurulunda sunduk bununla birlikte Avrupa Birliği’ne buradaki gündemi taşıyan kadın lobileri var.
Türkiye’deki kadınların politik duyarlılığını ve Türkiye toplumunun sivil toplum örgütlerine katılımının düşüklüğünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu konuda biraz acıklı bir tablo görüyorum. Şöyle bir şey var, biz veritabanı çalışmaları da yapıyoruz ve ülke genelinde ortalama 500 kadın örgütü olmalı. Bunların maalesef çok az bir kısmı hak temellilik dediğimiz ilke doğrultusunda çalışıyor. Bazıları da sadece kermes yapar, yardım amaçlı kurulmuşlardır. Tabi ki onlara da lüzum var ama diğer tarafta meseleyi daha kökten hak ve özgürlükler açısından çözmek için başka çabalara ihtiyaç var kadın örgütleri bunu çok eksik bırakıyor maalesef. Bir, kaynakları yok iki, yetişmiş insan güçleri yok çünkü yaş ortalaması çok yüksek.