“Ne olur ne olmaz diye bir de makineli tüfek kontrolü yapıyor, silahı yağlıyor, mermileri sayıyor, herhangi bir taarruza uğradığımızda ne yapacağımızı birbirimize anlatıyorduk. Ben Atatürk’ten aldığım direktif üzerine, şayet uçağımız düşecek olursa derhal silaha sarılacak ve asla asilerin eline sağ olarak geçmeyecektim! Önce onlarla dövüşecek sonra da son kurşunu kendi beynime sıkacaktım.”
Yazıma Sabiha Gökçen’in kendi kitabından bir alıntıyla başlamak istedim.1 Zira tek başına bu cümleler bile ne kadar vahim bir dönem yaşadığımızın açık bir göstergesi. Tarihimizde Dersim Olayları adıyla da bilinen bu dönem,Türkiye tarihinin en karanlık sayfalarından birisi. Maalesef Türk kamuoyu da bu kara sayfayı pek de okumak, karıştırmak istemedi ya da siyasi atmosfer bu konuların konuşulmasına henüz müsait değildi.
Türkiye’de bir kitlenin hala Dersim olaylarını savunmaya devam ettiğini görmek maalesef mümkün çünkü onlar yapılanları bir devletin halkına yaptıkları olarak değil; bir devletin isyancılara karşı uygulamak zorunda olduğu adeta bir savunma mekanizması olarak görmektedir. Dolayısıyla devletin güvenliği söz konusu olduğu için yapılanları normal karşılamak gerekir. Bunlara ek olarak, Dersim ahalisinin elektrik faturalarını ödemedikleri, vergi vermedikleri gibi haklı(!) gerekçeler de sıralanmaya devam ediyor. Yok illa Dersim olayları kötü olarak kabul edilecekse de bunun Atatürk’ün haberi dışında cereyan ettiğini de bu görüşlerin yanına eklememiz gerekiyor.
Sabiha Gökçen’in o yıllarda Ahmet Emin Yalman’a verdiği röportaj ve yazdığı kitap incelendiğinde yaptıklarını görev bilinci çerçevesinde vatanına hizmet adına yaptığını ya da en azından kendisinin öyle düşündüğünü görüyoruz. Açık söylemek gerekirse, her ne kadar bunu söylemek istemesem de, dönemin koşulları düşünüldüğünde Gökçen’in konuşmalarını ve Türkiye Cumhuriyetinin bu tutumunu anlamak mümkündür. 1930’lu 40’lı yıllar da Avrupa’nın hemen her ülkesinde kendi vatandaşlarına dahi yapılan insanlıkla bağdaşmayan bir sürü kararın alındığını görmek mümkündür.2 Ayrıca buna tüm Avrupa’da var olan ve Almanya’da doruğa ulaşmış olan antisemitizmi de ekleyebiliriz. Tekrar belirtmekte fayda var; yapılanları anlamak mümkündür yalnız kabullenmek veya doğal karşılamak mümkün değildir.
Bu yazıyı yazmamın nedeni sayın Yusuf Halaçoğlu’nun hala bu Dersim olaylarını adeta meşru görmesi ve talihsiz şekilde “Ölenlerin sayısı 5 bin civarında ancak. Çatışırsanız ya ölür ya öldürürsünüz” demesiydi. Demek ki zamanında Türk Tarih Kurumu’nu emanet ettiğimiz, bizi Ermeni olaylarıyla ilgili yıllarca savunan bir profesör hala böyle düşünebiliyor…
Bir diğer odak noktamız ise yapılabileceklerin düşünülmesi olmalıdır. Benim kanaatimce, yapılabilecekleri kabaca ikiye ayırmak mümkündür. İlk olarak ve genel manada devleti klasik ataerkil model baba olarak görmekten vazgeçmek gerekir. Ciddi ve uzun bir süreç de olsa Türkiye’nin bunu başarması gerekir zira korunması gerekenin genel manada devlet değil vatandaşlar olduğu bilinci devletin tüm mekanizmalarında adeta bir düstur haline gelmelidir. İkincisi ise bu insanların acılarının paylaşıldığının belirtilmesi ve yapılan hatanın daha fazla devam ettirilmemesidir. İkinci gruba ait yapılabileceklerin nispeten daha kolay olduğunu ama önemsiz olmadığını düşünüyorum. Sözgelimi, o bölgenin tarihi ismi olduğu iddia edilen Dersim’in tekrar iade edilip edilmemesinin,Türkiye’nin en büyük hava alanlarından birisinin adının Sabiha Gökçen olarak kalıp kalmamasının tekrar yöre halkıyla konuşulması gerektiğini düşünüyorum. Kısacası, devletin Tunç-eli’ni artık Dersim’den çekmesi gerekiyor.3
1Kitabı bizzat görmedim fakat birkaç internet kaynağından kontrol ettim.
2Mark Mazover’ın “Dark Continent” adlı kitabından yola çıkarak böyle bir sonuca vardım.
3Ak Parti hükümeti dönemimde özellikle başbakanın söylemlerinden hareketle bir iyileşmenin olduğu fikrindeyim lakin henüz somut bir çıktı olmadığı için hala bu fikre sahibim.