1648 Vestfalya Antlaşması’ndan sonra Avrupa’daki ‘egemenlik’ ve ‘devlet’ kavramları baştan aşağı değişmeye başlamıştı. Artık papalık ve kilisenin sınırlar aşan otoritesi kalmamıştı. Devletler içişlerinde bağımsız bir konuma gelmiş ve ülke toprakları içinde en yetkili üst mercii de monarklar olmuştu. Yaşanan bu olaylar neticesinde kendi topraklar üzerinde tam egemen olan devlet modeli ortaya çıkmıştır. Devletin sosyal yapısı da hızlı bir değişim göstermektedir. Aristokratlar ve feodal beyler güç kaybetmeye başlamış, boşluklarını ise merkezi hükümetler doldurmuştur. Bu yıllarda otorite temsil eden en üst mercii monarklar idi. Tanrısal ve mutlak yetkileri olduğuna inanılan monarkların ülke sınırları içinde kesin hakimiyeti söz konusuydu.
Otuz Yıl Savaşları’ndan sonra Papalık kurumunun sınırları aşan ihtişamlı gücü artık kalmamış ve Papalık temsili bir makam olmaya yüz tutmuştu. Kilise artık devletin egemenliği altına girmiş ve devleti kendisinden daha üst bir otorite olarak tanımıştı. Kilisenin gücünü kaybetmesinden oluşan boşluk ise mutlak monarşi ile dolmuştu. Avrupa’da artık kendi sınırları içinde sınırsız yetkilere sahip kral ve kraliçeler hüküm sürüyordu.
Bu süreçte hanedanlık makamı da kurumsallaşmaya başlamıştı, 17.yüzyıldan önce monarklar ülkeye ve tebâya kendi mal ve mülkleri gibi bakmaktaydı ve güç monarkın kişiliğinin etrafında toplanmıştı. Monarkın tebâ nazarındaki değeri onun bilgeliğine, adaletine, merhametine ve dindarlığına bağlıydı. Hanedanlıkların kurumsallaşmasıyla birlikte monarklar da kişisel özelliklerinden öte kuruma dayanan bir itibarla otorite ve saygı sahibi olmaya başladılar. Yani monarkın bilgeliği, adaleti gibi kavramlar yerine direkt olarak kurumun varlığı önem kazanmaya başlamıştı. Monarklar’ın bu sonsuz yetkiyi aldıkları meşru kaynak ise doğrudan Tanrı’nın kendisiydi. ‘Kralların Tanrısal Yetkileri’ ( Divine Right of Kings ) olarak Türkçe’ye çevrilen bu kavram; kralın sınırsız yetkilerini, yalnız Tanrı tarafından yargılanabileceğini, halkı yönetmek için gönderildiğini ve Tanrı dışında kimseye hesap vermeme yetkisini işaret ediyordu. Kralın mutlak egemenliği teorisini İngiltere’de James VI, Fransa’da ise Jean Bodin ilk olarak ortaya atıyordu.
Bu yıllarda sanat alanında yapılan çoğu çalışma monarkın ihtişamına ve sonsuz otoritesine atıfta bulunuyordu. Yazılan birçok şiir ve oyunda da kralın gücüne yapılan vurguyu görmek mümkündü. Başta William Shakespeare, Ben Jonson ve Ingino Jones gibi bir çok İngiliz şair hanedanlığa övgü içeren sanat eserleri veriyorlardı. Sosyal hayatta da merkezi devletin otoritesi bütün gücüyle hissediliyordu. Otuz Yıl Savaşları’nın etkisiyle bir çok Avrupa devleti ekonomik ve demografik sorunlarla karşılaşmaya başlamıştı, örneğin Almanya nüfusunun üçte birini kaybetmişti. İspanya’nın nüfusu 8.5 milyondan 7 milyona düşmüştü. Bu olaylar yaşanmasına rağmen devletleri ordularını büyütme çabaları doğal olarak halka vergi artırımı olarak yansımaktaydı ve bu durum halkta, kral ve kraliçelere karşı büyük bir hoşnutsuzluğa sebep olmuştu. 18. asrın başlarında toprak vergisinden dolayı Avrupa’da birçok irili ufaklı isyan görülmeye başlanmıştı.
Sonuç olarak, 17. yy’ın sonlarına ve erken 18.yüzyıla baktığımız zaman; Avrupa’da merkezileşen ve tanrısal iradeye dayanan güçlü hanedanlıklar kurumları görmekteyiz. Bu süreçte halkın da devlete karşı ciddi manada olan rahatsızlığı göze çarpmaktadır. Alınan ağır toprak vergileri, geçim sıkıntısı ve büyük savaşlarda yaşanan kayıplar tebâyı derinden etkilemişti. Halkın bu rahatsızlığı ilerleyen yıllarda birçok devrimin olmasına ve bölgenin siyasi, sosyal yapısının yeniden değişmesine sebep olacaktı.
Faruk İnan
Hanedanlık”lar” diye birşey yok. Hanedan zaten çoğul bir isimdir. Henadanlarlar gibi birşey oluyor o.