Diplomasinin bazı kuralları vardır. Öncelikle kendine özgü bir dile sahiptir diplomasi. Her zaman alttan alan bir tavırla yaklaşır karşısındakine. Bir devlete savaş dahi açacaksan bunu saygıyla, kibarlıkla belirtirsin diplomaside. Bu sayede diplomatik tabirle kendine bir altın köprü kurarsın. Bundan ötürü diplomatik dil daima aşağıdan almak ve kendine geri çekilmek için altın köprü bırakmaktır. Diplomaside ‘asarım keserim’ tarzı bir anlayış olamaz. Uygulamada olsa da sözde olmaz, olmamalıdır. İşte İngiliz diplomasisi burada belirtilenler başta olmak üzere, diplomasinin bütün inceliklerine hakim bir dış politika yürütmektedir.
İngiliz diplomasisinin en önemli özelliği değişen ve gelişen şartlar karşısında göstermiş olduğu üstün uyum becerisidir. Örneğin yalnızca Avrupa kıtasıyla sınırlı kalmamakla beraber İngiltere, Fransa, İspanya ve kolonileri karşı karşıya getiren, bir nevi küçük ölçekli dünya savaşı olarak da görülebilecek Amerikan Bağımsızlık Savaşı, İngiliz İmparatorluğuna ciddi darbe vurmuştur. Ancak deniz üstündeki askeri gücüne artıran İmparatorluk, Hindistan’a tutunarak bir nevi kaybını tazmin etmiş ve 1815 Viyana Kongresi’nden 2. Dünya Savaşına kadar dünya hâkimiyetini elinde tutmayı bilmiştir.
Dünya Savaşının sona ermesiyle birlikte İngilizler yaklaşık 1,5 asır ellerinde bulundurdukları dünya politikasının hegemon gücü sıfatını, soğuk savaş arifesinde ABD ve Rusya’ya kaptırmıştır. O tarihten itibaren de bu devletler karşısında askeri anlamda ciddi bir gücü olmadığı için en etkin silah olarak tarih boyu belki de en iyi yaptığı şeye, diplomasisine uluslararası ilişkilerinde daha fazla yer vermeye başlamıştır. Bir nevi hegemon gücün rahatlıkla başvurabileceği gambot diplomasisini şimdilik bir kenara koymak mecburiyetinde kalmıştır.
Kolonilerin özgürlüklerini ellerine almaya başladıkları 2. Dünya Savaşı sonrası dönem, birçok büyük Avrupa devletinin başını oldukça ağrıtmıştır. İngiltere ve Fransa bu devletlerin başında gelmektedir ancak bu iki emperyalist devlet arasında ciddi bir fark bulunmaktadır. Fransa hakimiyet sürdüğü Tunus, Vietnam ve Cezayir’i kaybetmemek için yıllarca savaşmış, bir nevi buralardan ayrılmamak için canını dişine takmıştır ve birçok askerini bu uğurda feda etmiştir. Ancak sonuç itibariyle elde ettiği kocaman bir sıfırdan başka bir şey değildir. İngiltere ise çok daha farklı bir yola başvurmuş ve kendi kolonileriyle kendisi savaşmaktansa oralarda yaşayan halkları birbirine düşürüp ayrılmıştır. Bu kavgalara kendisini bulaştırmadan elini eteğini çekmeyi bilmiştir.
Önümüze bir harita alıp baktığımızda bütün çıplaklığıyla şunu göreceğiz: İngilizler çekildikten sonra kavga çıkmayan yer yoktur neredeyse dünyada. Güney Afrika ve Kenya tam da buna örnek teşkil etmektedir. Aynı şekilde Ortadoğu’dan çekilirken İsrail’i istemiyormuş gibi yapıp bölgeyi BM’nin sorumluluğuna bıraktığını belirtip gitmiştir; devamında da İsrail-Arap devletleri birbirine girmiştir. Alt kıtadan çekilmiş, Pakistan-Hindistan savaşı boy göstermiştir. Kanada’dan çekilmiş, orada kavga halâ devam etmektedir. İstisna ise Avustralya ve Yeni Zelanda’dır ki onlar da durumu Çanakkale Savaşından sonra anlayıp paçayı kurtarmayı bilmişlerdir.
İngiltere’nin politikası bu; çekiliyorsa peşinde bir kıyamet bırakıyor. Ancak ekonomik ve kültürel etkilerini halâ sürdürebiliyor. Peki, arkasında kıyamet bırakması diplomatik başarısızlığını mı gösteriyor? Eğer diplomasi ülke çıkarlarını korumayı ve geliştirmeyi hedefliyorsa cevap açık: Kesinlikle hayır! Sonuna kadar başarılı ve takdir edilesi bir dış politika.
İnce eleyip sık dokuyan, plan ve projeye sahip diplomasidir İngiliz diplomasisi. En büyük başarısı yüzünü göstermemesidir. Türkiye de İngilizlerin bu politikasından kendi payına düşeni almıştır. Bu payın adı da Kıbrıs’tır.
Kıbrıs’taki İngiliz dış politikasına değinmek için öncelikle adanın yakın tarihsel kökenine bakmakta fayda var.
[box_dark]Kıbrıs Sorununun Tarihsel Kökeni[/box_dark]
Osmanlı devleti, Venedik hakimiyeti altında bulunan adayı 1571 yılında işgal etmiş ve 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sonunda imzalanan Berlin Antlaşması’na dek egemenliği altında tutmuştur. Bu anlaşmayla beraber ada İngilizlere kiralanmıştır. 1. Dünya Savaşında Osmanlı Devleti’nin Almanya yanında savaşa girerek, İngiltere’ye kendiliğinden savaş açması sonucunda, İngiltere yayımladığı bir kararla 5 Kasım 1878 Antlaşmasını yürürlükten kaldırmış ve Ada’nın İngiliz İmparatorluğu’na katıldığını duyurmuştur.
Kurtuluş Savaşının ardından İtilaf devletleriyle barış görüşmeleri için masaya oturan Türkiye, Lozan anlaşmasının 20. maddesi gereği, adanın İngiliz hakimiyetinde olduğunu kabul etmiştir. Söz konusu madde şudur:
“Türkiye, Britanya Hükümeti tarafından 5 Kasım 1914’te ilan olunan Kıbrıs’ın ilhakını tanıdığını beyan eder.”
[box_dark]İngiltere’nin Ada’ya Yönelik Dış Politikası[/box_dark]
İkinci Dünya Savaşının ardından 12 adayı topraklarına katan Yunanistan, Kıbrıslı Rumların desteğiyle Kıbrıs’ı kendi hakimiyeti altına alma isteğini dile getirmeye başlamıştır. Fakat Ortadoğu ve Süveyş kanalına yakınlığından ötürü ada, İngiltere için kaybedilemeyecek derecede büyük önem arz etmekteydi.
“İngiliz sanayisi İran Körfezindeki petrol yataklarına bağlı olduğu sürece Kıbrıs stratejik açıdan oldukça önem arz etmektedir.”
İngiltere Başbakanı Anthony Eden (1955-1957)
İngiltere o dönem ne Rumların isteği doğrultusunda adayı Yunanistan’a bırakmaktan ne de Türk tarafının dile getirdiği taksim (adanın Türk ve Yunan taraflar arasında paylaşılması) politikasıyla adanın ikiye bölünmesinden yanaydı. Çünkü her iki şekilde de ada Marshall planıyla beraber Yunanistan ve Türkiye’nin karar mekanizması üstünde ciddi etki yaratan ABD’nin işine yarayacak ve İngiltere buradaki çıkarlarını yitirecekti.
Konu, Yunanistan ve Kıbrıs Rumları tarafından dile getirilmeye başlandığında, Türkiye’nin yaklaşımı günümüz Kıbrıs politikasına nazaran oldukça farklı ve şaşırtıcıydı. Demokrat parti iktidara gelmeden birkaç yıl önce patlak veren bu konuya, gerek CHP’nin gerekse iktidarının ilk yıllarında DP’nin pek odaklandığı söylenemez. Zira gerek 17 Aralık 1949’da devrin Dışişleri Bakanı Necmeddin Sadak’ın, gerekse 20 Haziran 1950’de DP Meclis Grup toplantısında DP iktidarının ilk Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’nün yapmış oldukları açıklama şöyledir:
“Kıbrıs meselesi diye bir şey yoktur.”
Bu konu birkaç yıl içerisinde Yunanistan ile İngiltere arasında ciddi tartışmalara sebep oldu ancak taraflar arasında bir anlaşmaya varılamadı. Bu anlaşmazlık karşısında İngiltere, soruna Türkiye’yi ve Kıbrıs Türklerini de katarak Yunanistan ve Rumlar karşısında bir denge politikası izleme yoluna gitti.
Bugüne dek çözüm bulunamayan Kıbrıs sorununda Yunanistan ve Türkiye halâ tartışmaya devam ederken, İngiltere sorunu iki tarafa yıkıp geri çekilmiştir. Sağlama aldığıysa, ada üzerinde kirasını dahi ödemedikleri iki askeri üstür.
İşte İngiliz diplomasisi budur!