Türkiye’nin kurulduğu günden bu yana karşı karşıya olduğu ve an itibariyle de en büyük sorunlarından birisi; öylesine bir sorun ki ne taraflar tam anlamıyla belli, ne sorunun kaynağının ne olduğu ne de sorunun tam anlamıyla nasıl çözüleceği. Hatta bu sorunun adının ne olduğu bile farklı bir sorun. Sözgelimi kimilerine göre Kürt Sorunu, kimilerine göre bölücü hareket ya da geç milliyetçilik. Yıllar belki de asırlar sonra bile tarihçilerin ve siyaset bilimcilerin bahsetmeden geçemeyeceği konuların başında olacak adını bile doğru düzgün koyamadığımız bu sorun… Belki de bir asır sonra okuduğumuz yazarları bu konuyu nasıl isimlendirdiklerine göre yaftalayacağız: Kürtçü, Türkçü, PKK sempatizanı ya da hükümet yanlısı diyeceğiz. 28 Şubat 2015 tarihinde Dolmabahçe’de yapılan açıklamaları son 10 yıldaki köşe taşlarına ve kırılma noktalarına değinerek açıklamaya çalışacak bu yazıyı uzun bulanların ortadaki paragrafları atlayıp, alt başlığın olduğu yerden itibaren okumalarını öneriyorum.

2005 yılında Erdoğan Diyarbakır’da yaptığı bir konuşmada Kürt Sorunu ifadesini kullanmıştı. Her ne kadar Erdoğan daha sonraları Kürt Sorunu tabirini kullandığı için pişman olduğunu belirtse de Erdoğan’ın demokrasi, vatandaşlık hukuku ve refah vurgusu yaptığı konuşması tarihi bir öneme sahiptir. Zira daha önceleri sadece güvenlik ve entegrasyon üzerinden okunmaya çalışan durumun artık demokrasi, demokratik değerler ve vatandaşlık hakları üzerinden okunulacağının sinyalleri verilmiş; devletin yaptığı hatalarla yüzleşmesi gerektiğinin altı çizilmişti. Kısacası hem farklı bir Kürt Meselesi algısı oluşturulmaya başlanmış hem de çözüme ve çözüm yöntemine dair umut verici ifadeler kullanılmıştır.

2009 yılına gelindiğinde ise çözüme yönelik ikinci büyük adımın atıldığı söylenebilir. Bu dönemin adeta özeti olarak görebileceğimiz iki olaydan birincisi, daha sonraları basına Oslo Görüşmeleri olarak yansıyan ve PKK’nin Kandil ve Avrupa ayakları ile MİT arasında yapılan görüşmeler; ikincisi ise 24 Kürtçe yayın yapan TRT 6’nın kurulmasıdır. Bu iki gelişme üzerinden süreci yorumlayacak olursak, TRT 6’nın açılması adeta yıllarca inkar edilmiş Kürt kimliğinin devletçe tanınması ve bu kimliği taşıyan insanların haklarının dikkate alınacağını sembolize ederken PKK ile yapılan görüşmeler bu süreçte örgütün de, özellikle bölge halkı üzerindeki nüfuzu dolayısıyla, muhatap alınması oldukça önemli ama bir o kadar da riskli bir adım olarak çözümlenebilir. Fakat bu risk, Erdoğan’ın halk nezdindeki kredisi ve Türkiye’nin büyük bir bölümünün çözüme olan yoğun isteği sayesinde bertaraf edilebilmiştir.

2010 referandumu ve 2011 seçimleri sonrasında muktedir olmaya başlayan Ak Parti özellikle askeri ve sivil vesayetin gerilemesiyle rahatlamış; halkın desteğini de yanına alarak daha cesur adımlar atmayı başarmıştır. Her ne kadar muhalefet partileri Ak Parti’yi ve Erdoğan’ı eleştirseler de bu eleştiriler halk nezdinde çok da karşılık bulmamıştır. Erdoğan katıldığı bir programda İmralı’yla görüşmelerin sürdüğünü belirtmiş ve bu sürecin önemini vurgulamıştır. Yapılan görüşmelerde Öcalan’ın barıştan yana tutumu, Ak Parti’nin bu süreci meşrulaştırmasını kolaylaştırmıştır. Bu dönemin en önemli kırılma noktalarından birisi de Diyarbakır’daki Nevruz kutlamaları olmuş; daha önceki yılların aksine barışçıl bir havada geçen bu kutlamalarda Öcalan’ın kaleme aldığı mektup hem Türkçe hem de Kürtçe olarak okunmuştur. Öcalan’ın özellikle siyasetin önemini ve halkların kardeşliğini vurguladığı mektup sürecin en önemli aktörlerden birisi olarak çok daha önemlisi “istenen adam” olarak ön plana çıkarmaya başlamıştır.

2013 yılına gelindiğinde ise bir yandan Akil İnsanlar Heyeti, bir yandan TBMM çatısı altındaki Çözüm Süreci Komisyonu diğer yandan ise İmralı’yla görüşmelerin sürmesi hem Ak Parti’nin Kürt Meselesi’nin çözümü için çeşitli yollar kullanıp meseleyi farklı açılardan incelemesini sağlamış hem de sürecin daha kurumsal ve risklerin paylaşıldığı bir bağlamda yürütülmesini sağlamıştır. Nisan ayında gelen 4. Yargı Paketi ile birlikte demokratikleşme adına önemli bir adım daha atılmış; sürecin yasal ayağı bir nebze de olsa sağlamlaştırılmıştır.

2014 yılı Nevruz kutlamalarına Öcalan’ın demokrasi ve barış odaklı mektubu damgasını vurmuştur. Fakat 2014 yılı boyunca her ne kadar süreçte bir tıkanma olmadığı iddia edilse de hükümet “paralel yapı” ile mücadelenin ehemmiyeti ve aciliyeti dolayısıyla bu sürece yeterince önem verememiştir. Bu yıla damgasını vuran bir diğer olay ise Selahattin Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığına aday olması ve adaylık süreci boyunca sadece Kürt seçmenlerin değil tüm Türkiye’nin oyuna talip olduğunu söylemesi ve Türkiyelileşme söylemine vurgu yapması özellikle çatı adaya küskün CHP’li ve bazı sol seçmenlerden de oy toplamayı başararak %10’a yakın oy almayı başarmasıdır. Bu arada 10 Temmuz itibariyle Çözüm Süreci Tasarısı yasalaşmıştır. Terörün sona erdirilmesi adına gerekli adımların atılmasını öngören kanun, Bakanlar Kurulu’nu tam yetkili bir güç haline getiriyor bu süreçte inisiyatif alacak kişi ve kurumların hukuki, idari ve cezai sorumluluğunun olmayacağını garanti ediyor. Hükümetin bu tasarıyla kendini hukuki güvenceye almanın ötesinde sürecin yasal bir zemine oturmasını da sağladığını görüyoruz. 10 Ağustos 2014’de Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına seçilmesi ve daha sonrasında da 62. Hükümet programında Çözüm Süreci’nin yer almasının sorunun çözümü açısından önemli bir adım olduğunu belirtmek gerekir. Daha sonraki günlerde Davutoğlu’nun Çözüm Süreci’ni Ortadoğu’daki tek başarı hikayesi olarak adlandırması ve Öcalan’ın da aksaklıklara rağmen sürecin devamından yana olduğunu belirtmesi yaşanan bazı konjonktürel sıkıntılara rağmen sürecin ciddi bir darbe almasını engellemiştir.

2014 yılının sonbaharıyla ilgili parantez açılması gereken konu 6-7 Ekim olaylarıdır denilebilir. Özellikle cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında Türkiyelileşme yolunda ciddi adımlar atan Kürt siyasi hareketi, daha önceleri bu partiye oy vermemiş insanların bir kısmının oyunu; büyük bir kısmının da sempatisini kazanmayı başarmıştı fakat HDP’nin Kobani için direniş sloganıyla Kürtlere sokağa çıkmaya teşvik etmesi HDP’nin ve Kürt hareketinin yakalamış olduğu bu olumlu havanın bir anda dağılmasına neden oldu. Halkın büyük bir çoğunluğu 40’dan fazla vatandaşımızın kaybedildiği bu olayları tıpkı Habur sınır kapısında yaşanan olay gibi sürecin en trajik olaylarından birisi olarak kabul ediyor. 6-7 Ekim olaylarının ardından Yüksekova’da askere silahlı saldırı yapılması, Diyarbakır’da bir astsubaya silahlı saldırıda bulunulması tansiyonun yükselmesine sebep olmuştur.

Peki, tüm bu tarihsel süreci göz önünde bulundurduğumuzda 28 Şubat tarihinde Yalçın Akdoğan ve Sırrı Süreyya Önder tarafından yapılan açıklamayı nasıl değerlendirmeliyiz?

Önder’in okumuş olduğu metinde, Öcalan’ın silahlı mücadelenin yerini demokratik siyasete bırakılması gerektiğini belirtmesi, öne sunduğu 10 maddede demokratik değerleri, kadın haklarını, ekolojik ve kültürel sorunları ele alması ve bunların içselleştirilebilmesi için de 10. madde olarak yeni anayasayı işaret etmesi şüphesiz düşünülmeden yazılmış şeyler değil. Öcalan’ın Kürt Sorunu’nu ele alış şeklinin diğer bazı Kürt entelektüellerden ve siyasi yapılanmalardan farklı olması Öcalan’ın Kürt halkını yüzüstü bırakmakla suçlanmasına neden olsa da sorunu evrensel değerler üzerinden ele alıyor olması gelecek açısından umut verici bir gelişme olarak nitelendirilebilir.

Bana kalırsa yapılan bu açıklamayı diğerlerinden ayıran en önemli özellik, artık sadece Ak Parti’nin değil aynı zamanda HDP’nin de siyasi açıdan elini taşın altına koymak zorunda olmasıdır. Demem o ki, şimdiye kadar aldığı kararlarla “Türkiye’nin Batısını ve doğusunu” belirli bir dengede tutmak ve her iki tarafı da mutlu etmek zorunda olan taraf Ak Parti’yken; artık barajı geçmeyi hedefleyen, hatta geçmek zorunda olan HDP’nin de siyasetine ve söylemlerine dikkat etmesi gerekmektedir. Kısacası, barajı geçmek adına kendi kemikleşmiş oyunun üstüne sosyal demokrat ya da sol eğilimli vatandaşların oyunu da eklemesi gereken HDP artık ister istemez Türkiyelileşme söylemine vurgu yapmak; Kürt haklarını geç milliyetçilik fikirleri üzerinden değil evrensel değerler üzerinden savunmak durumunda kalacaktır. Ya da daha doğru bir söylemle, barajı aşmasının tek yolu budur.

Bu noktanın aynı zamanda seçim sonrası muhtemel olan yeni anayasa çalışmalarıyla da doğrudan bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Öcalan’ın yapılması muhtemel yeni anayasayla yeni haklar kazanması ihtimal dahilinde midir? Cezasının ev hapsine çevrilmesi ya da salıverilmesi mümkün müdür, bu konuda hükümetle bir anlaşma yapılmış mıdır? Doğrusu bu tür sorulara verebilecek bir cevabım yok ama süreç incelendiğinde karşılaşılacak hiçbir yeni durumun sürpriz olmaması gerektiğini düşünüyorum. Sözgelimi, sürecin tartışmasız en önemi aktörlerinden olan Erdoğan’ın seçim meydanlarında Öcalan’la görüşmedik dediği günlerden başbakan yardımcısının yanında Öcalan’dan gelen mektubun okunduğu günlere geldik ki bu sürecin siyasi açıdan yanlış olduğunu da düşünmüyorum. Sorunun çözümü adına nabza göre şerbet verilmesi; böylesine kökleşmiş bir sorunla baş etmeye çalışırken halkın nabzının tutulması ve değişimin halkın sindirebileceği bir hızda gerçekleştirilmesi benim açımdan sıkıntılı bir durum değildir.

28 Şubat’taki açıklamanın önemli bir dönüm noktası olduğunu düşünüyor ve Sırrı Süreyya Önder’in HDP’yi temsilen söylediği “Barışa her zamankinden çok daha yakınız.” cümlesini önemsiyorum. Ak Parti’nin başından beri inisiyatif aldığı bu süreçte artık HDP’nin de daha yapıcı katkı sağlayan bir parti haline geleceğini inanıyorum. En başından beri net bir tavır koyamayan CHP’nin dahi artık bir şekilde bu sürecin içinde kalmaya, aktörlerden birisi haline gelmeye çalışacağı günlerin yakın olduğu inancını besliyorum.

Leave a Reply