Bir akıl hastanesinden bir kitap fırlatıldı dünyaya uğultularla. D koğuşundan hastalar kaçıştılar etrafa. Bayan Coral tecrite gidiyordu o sırada, olmayan kralın eski eşi vaazlar veriyordu ve bir genç kız kendi tanrılarına doğru koşuyordu. Çağırıyordu onu tanrıları ‘kuş-kız’ gerçekliğin burası! Sen onlar gibi değilsin kuş-kız. Sen buraya aitsin! Anterrabae’ydi bunu söyleyen. Alev saçlı düşen tanrı! Sozsuzluğa düşüyordu Anterrabae, ve sonzulukta yankılanıyordu uç kuş-kız. Daha fala zehirlemeden çevreni, buraya gel ‘kuş-kız’.
Zehirli bir kuş-kızdı Deborah. Kendi gerçekliğinin içinde sürüklenen, kendi tanrılarıyla, kendi diliyle ve onu koruyan kendi sansürüyle var olan bir kızdı sadece. Ne zamanki, kendi gerçekliğiyle, dünyanın gerçekliği anlaşamadığını fark etti o zaman zehirlere bulandı Demorah. Gitmesi gerektiğini düşündü kendi var olduğu dünyaya. Fakat bileti yanlış almış olmalıydı. Bir akıl hastanesinde buldu kendini soluk benizli, mırıldanan kuş-kız. Elinde olan tek şeyi hastalığıydı kuş-kızın. Ayaklarını basabildiği tek zemin, konuşabildiği, şarkı söyleyebildiği tek sığınağıydı hastalığı. Kim kendi tanrılarından ayrılmak ister ki? Bu yüzden zordu Deborah’ı tedavi etmek. Gerçek olarak bildiğiniz her şeyin size bir hastalığın sonucu olduğunu söylediklerini düşünün. Geçmişte yaşadıklarınız aslında sadece birer sanrıymış. Öldürmeye çalıştığınız kardeşinizle ilgili o anının aslında kafanızda yarattığınız bir oyundan aşka bir şey olmadığını 18 yaşında öğrenmek, gerçeğin, sizin gerçeğinizden apayrı bir yolda ilerlediğini fark etmek ve o yola çıkmaktan korkmak. Deborah’ın yaşadığı bunlardı. Daha ilkokul sıralarındayken gerçekliği karışmaya başlamıştı. İletişim kuramamak ve dışlanmak bu süreci daha da hızlandırmıştı. Var olması gerekiyordu ve bu dünyada var olamıyordu, var olmasına izin verilmiyordu. Yalnızlığın sularına gömülürken Anterrabae tutmuştu kollarından ve gerçeklik sonsuz evrende kaybolmuştu. Şimdi onun gerçekliğinin zamanıydı.
Deborah’a gül bahçesi vadedilmemişti ve Deborah da bir gül bahçesi ummamıştı o sadece kendi çiçeklerini ekebileceği küçücük bir toprak istemişti ama toprağını kendi yaratmak zorunda kalmıştı. Onlarca gerçeklikle dolup taşan saldırganlar koğuşunda, Deborah’ın kendi dünyasına geçişlerine tanık oluruz. Renkleri algılayamamasına, seslerin boğuklaşmasına, tüm duyularının ve duygularının kaybolup kendi evrenine geçişini görürüz. Anterrabae’yi ve diğer tanrıları, sansürü, koroyu… Saatler sonra buz gibi bir tulumun içinde gerçekliğe döner Deborah bu böyle onlarca kez tekrarlanır. Bu dünyadan ayrılış, kuş-kız dünyası, soğuk tulum… Ayrılış, koro, soğuk… Ayrılış, sansür, soğuk… Soğuk… Deborah’a göre ağustos bile soğuktur. Dünya terlerken, Deborah bir battaniyenin içinde titrer, kendi dünyasının elinden alınmasına titrer, hasta olarak bilinmesine titrer ve iyileşip dünyaya dönme düşüncesine titrer. O koğuş onların sığınağıdır ve dünya bilinmezlerle doludur. Onları hasta eden dünya ve duyumsayamadıkları duyguları geri kazanmaktan korkarlar. Cesaretlerini buldukları zaman iyileşme başlar aslında. Alınan onca ilaç, soğuk tulumlar sadece birer küçük kolaylaştırıcıdır aslında. Tedavi sadece kabullenildiği zaman başlar. Kendi dünyanızdan ayrılmayı kabul ettiğinizde, elinizde olan en gerçek şeyin gerçek olmadığını bilecek kadar cesur olduğunuzda dünyaya kabul edilirsiniz.
Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, bir delilikten ziyade kabullenilişin romanı. Tekrar hissedebilmenin ve gerçekliğin romanı. Greenberg’in kendi hayatından yola çıkarak yazdığı bu 280 sayfalık şizofreni macerası akıl hastalarının bilinmezliklerini anlatırken, toplumun ‘yıkılamayan’ değer yargılarına ‘yıkıcı’ bir eleştiri getiriyor ve ‘normal’ olanı sorgulatıyor.