“Annem ölmüş bugün. Belki de dün. Bilmiyorum.”
Yabancı, Albert Camus’un okuduğum ilk kitabı olmasından dolayı bende çok özel bir yere sahiptir. Egzistansiyalizm gibi karışık bir kuram hakkında yazılmış olmasına karşın dili gayet duru, akıcı ve anlaşılır. Anlattığı varoluşsal problemin açıklığından olsa gerek, insan kitabın etkisini de üstünden bir türlü atamıyor. Buna karşın ne zaman biri bana bu kitabın ne anlattığını sorsa ağzım düğümleniyor. Sadece aklıma Meursault’un tuhaflığı, bana yakın oluşu ama bir o kadar da uzak oluşu geliyor. Kitabın ilginçliği de tam burada yatıyor aslında; kitap elimde açıkken hakkında saatlerce konuşabileceğimi hissederken kapağını kapattığım an nutkum tutuluyor.
Yabancı’nın varoluş sıkıntısı gibi bir temelle kurulmasından dolayı, kitabı özünde “insan hareketlerinin sebebi bilinemez” diye yorumlanabilir. Meursault, mesela, mahkemede kendini savunmaya bile katlanamaz. Camus’un kaleminden çıkanlar tam anlamıyla “yirminci yüzyılın ötekisi” diye tanımladığımız kişidir. Nietzsche’den yola çıkarak şöyle bir yorum yapabiliriz: Meursault, tanrının ölmesi ve ölümden sonraki yaşama dair olan inançların yok oluşuyla yeryüzünün anlamının kalmadığını düşünenler için bir aynadır. Mersault ilk olarak bize herhangi bir öteki dünya inancına sahip olmasak da faziletli olunabileceğini gösterir. Ancak daha sonra faziletin toplumsal etik değerler ve geleneksel ahlakla karşılaşıldığında fazlaca bireysel kaldığını gözler önüne serer. Öyle ki kitabın sonlarında Meursault’un bireysel ahlakının kendisini bir anne katili ile aynı kefeye koydurtmasına sebebiyet verdiğini görüyoruz. Bu kişi toplumsal ahlak ve geleneklere düşmandır, dolayısıyla idama mâhkumdur. Bu noktada toplumsal bir eleştiri yaparak “gelenek varlığını sürdürmek için nice yabancıları idama mahkum etmiştir.” diyebileceğime inanıyorum.
Meursault, insanların adeta bir sürünün koyunları gibi bağlandığı geleneksel yaşamın fazlasıyla dışında bir hayat çizmiştir. Dışarıya karşı tepkisizdir, hiçbir yere ve kimseye ait değildir ve “olsa da olmasa da fark etmez” mantığıyla davranır. Kitabın kurgusunun temeli karakterin sahilde yürürken aniden silahını çekip önündeki Arap’ı öldürdüğü için yargılanıp idama mahkum edilişidir. Adliyede bunu neden yaptığı sorulduğunda “gözüme güneş geldi” gibi absürt bir cevap verişini de aslında “nedensiz neden” olarak anlamlandırabileceğimizi ve Yabancı’nın özünü oluşturduğunu düşündüğüm “insan hareketlerinin sebebi bilinemez” cümlesine böylece bağlayabileceğimi düşünüyorum. Bu açıdan baktığımda ise Yabancı’daki varoluşsal sancıyı, Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’ndeki Zebercet’in “nedensiz” kendini öldürmesine neden olan sancıya benzetiyorum.
Camus, kitabın bir bölümünde Meursault’un bir önceki günden kalmış bir aşk anısını anlatır. Buna göre ertesi gün buluştuğu Marie ona evlenmek isteyip istemediğini sorduğunda Meursault, Marie’ye istiyorsa evlenebilecekleri cevabını verir. Duymayı beklemediği şey karşısında afallayan Marie ise Meursault’un onu sevip sevmediğini öğrenmek ister, bu sorusuna da Meursault onu sevip sevmemesinin bir önemi olmadığını söyler. Ancak eğer Marie istiyorsa her halükarda onunla evlenebileceğini de eklemeyi ihmal etmez. Marie bunun üstüne aynı teklifi başka bir kadın yapsa Meursault’nun cevabının değişip değişmeyeceğini sorar, değişebileceği cevabını alır. Bunun üzerine Marie, Meursault’a onu sevdiğini ancak belki günün birinde yine aynı nedenlerden nefret edebileceğini fısıldar. Meursault ise cevap vermez, susar çünkü ekleyecek bir şey bulamamıştır. Ardından Marie bir hamle daha yaparak Meursault’un koluna girer ve onunla evlenmek istediğini söyler. Meursualt ise yine aynı şekilde, ne zaman isterse evlenebileceğini söyler.
Bu bakıma Yabancı’nın yanına Anayurt Oteli ve Sarte’ın Bulantı’sını kattığımızda, üçü de içinde varoluş kaynaklı benzer davranışlar bulundurduğundan, varoluşsal sancının daha kolay anlamlandırılabileceği kanaatindeyim. Şöyle düşünün: Bulantı’da Roquentin’in dilinden düşürmediği “varoluş sıkıntısı” ve beraberinde düşündükleri ve yaptıkları aslında bir bakıma miyavladığı için kediyi öldüren Zebercet ile gözüne güneş geldiği için Arap’ı öldüren Meursalt’u hatırlatır: nedensizdir. Ancak hareketlerinin sonuçlarının söyle bir farkı vardır: kediden Zebercet’e, Arap’tan ise Meursault’a varoluş sıkıntısı geçmiştir ama Roquentin’in sahip olduğu sıkıntı ona kimseyi öldürtmez. O entelektüel bir yazardır, bu bakımdan onunki Zebercet ve Meursault’tan çok daha farklıdır: Roquentin, bir bakıma, kendisini özgürlüğe hapsederek öldürmeden öldürür.
Yabancı’ya dönersek, yaşama yabancılaşmış bir kişinin, birini öldürmesinden ziyade tüm topluma yabancı olması sebebiyle yargılanıp idama mahkum edilişi, bu romanı absürtlüğün zirvesine ulaştırmıştır. Hareketinin nedensizliğine bir sebep bulmak için didinenlere, ona mantık yüklemeye kalkanlara şaşar, her şeye yabancıdır. Meursault’nun “Annesinin ölümüne ağlamadığı ve niçin ağlamadığını açıklayamaması” gerekçesiyle idama mahkum edilişinde Camus’un hepimizi yargıladığı hissedilir. İdam kararı alındığı sırada bile yabancılığından kurtulamayan Meursault tıpkı varoluşunu anlamlandıramaması gibi idamını da anlamlandıramaz. Ölmesi ve ölmemesi arasında bir ayrım bulamaz, olsa da olur olmasa da olur. Bu denli tarafsız yaklaşımı onu duygusuzlaştırır.
Bu kabulleniş fazlaca durumu açıkladığı gibi, bir o kadar durum için de yararlıdır. Mesela romanda Meursault’nun annesinin ölümü normaldir kendisine göre çünkü zaten hayat böyledir, anneler her zaman ölür. Bununla birlikte yararlıdır da, çünkü yaşamın her şekilde devam eder, sonuçta yapacak bir şey yoktur. Hayat budur ve sen “yemek yemeye devam ettiğin müddetçe de yaşamayı seçmişsindir.” Ne olursa olsun sonun yaklaştığını anladığın zamansa ufak şeylerden mutluluk duymaya başlarsın. Meursault bunu idamının öncesinde kavrayabildi.
“Meursault papazın yakasına yapışır…
‘Ne kadar da söylediklerinden emin görünüyor değil mi? Oysa onun güvendiği şeylerden hiçbiri bir kadın saçının bir tek teline bile değmezdi. Yaşadığından bile emin değildi, bir ölü gibi yaşıyordu çünkü. Bense ellerim bomboş bir adam olarak görünüyordum, ama kendimden emindim, her şeyden emindim, hem ondan çok daha emindim. Yaşadığımdan emindim ve gelmekte olan ölümden emindim. evet, bundan başka bir şeyim yoktu benim. Ama, hiç değilse bu gerçeğe, onun bana sahip olduğu kadar sahiptim.’ “
Kitabın sonundaki bu sahne ise Meursault’un varoluş uyanışıdır. Hiçbir şeyi kabullenmemiş bir şekilde yaşarken hücrede kendisiyle başbaşa kalıp kendi içine bir keşif yapmaya fırsat bulur. Bu keşfin bitişinde ise yaşamın sebebini kabullenmeyerek aslında topluma karşı kendisinin kazandığını fark eder… Ancak toplum kötüdür ve topluma uymayanlar, yabancılar, eğer toplumun benimsemediği davranışlarda bulunurlarsa dışlanmayı da, idamı da hak etmişlerdir. Yabancılar da acılarını toplumun istediği şekilde yaşamak ve etrafındakiler ölürse acı çekmek zorundadır.
Kaynak: Albert Camus. Yabancı. İstanbul: Can Yayınları, 2015.