Türk Tiyatrosu’nun değerli sanatçısı Zafer Diper’in yirmi beş yıldan fazla bir süredir oynadığı tek kişilik tiyatro oyunu “Yargı,” salonda olanlar için alışılagelmiş oyunlardan değildi. Hem anlatılan öykünün inanılmayacak derecede çarpıcı olması, hem de Diper’in şaşırtıcı ve usta işi oyunculuğu, insanları hikâyeyi beyin süzgecinden geçirmeye zorluyordu. O hassas süzgeçten geçen bu baş döndürücü hikaye, izleyicileri –yani bizleri- empati yapmaya itti. Düşünün: böyle bir korkunç hikâyenin başkahramanı, sahnede sizi yargıç yerine koyarak onu anlamanızı ve hissettiklerini hissetmenizi istiyor. Burada öne çıkan Diper’in oyunculuğu, her ne kadar acı bir biçimde olsa da, hikâyeyi sizlere yeniden yaşatıyor.
Peki, biz seyircileri nutku tutulmuşa döndüren, kısa bir süre içinde bin bir farklı duyguyu ve acıyı yaşamaya zorlayan bu hikâye neydi? II. Dünya Savaşı esnasında, Alman kuvvetleri, Rusların elinde olan bir manastırı ele geçirirler. Rusların düşen savunmasıyla birlikte teslim olup esir edilenler arasında yedi tane Sovyet subayı da vardır. Fakat yaklaşan Kızıl Ordu tehlikesinden ötürü geri çekilen Almanlar onları, o hücrede ölüme terk ederler. Zafer Diper’in canlandırdığı Andrei Vukhov’un dilinden anlatılan bu acı dolu hikâye; onların aç, susuz ve çırılçıplak, altmış gün boyunca sürdürdükleri yaşam mücadelesidir ama ne yazık ki o mahzene giren herkes sağ çıkamayacaktır. Dinleyenleri ürperten nokta ise şudur: esir askerlerin yaşayabilmek için bir birlerini çiğ çiğ yemek zorunda kalmaları, yaşayabilmek için başkasının hayatını almaları. Sağ kalabilen iki asker Binbaşı Rubin ve Yüzbaşı Vukhov, bir teğmen tarafından bulunurlar. Mahzenin o dehşet dolu, o kan, irin, pislik dolu halini gören teğmen dayanamaz, kusar. Ardından manastırı dinamitle havaya uçuran teğmen, bu iki subayı karargâha geri götürür. Binbaşı Rubin, akıl sağlığını çoktan yitirmiştir.
Mahzende kaldıkları bütün zamanda, başlarından geçenleri tek tek anlatır Yüzbaşı Vukhov, mahkemeye. Albay’ın ilk kurayı nasıl çektiğini, bu vahşete katlanamayıp intihar eden arkadaşlarını, yan yana dizilmiş kafataslarını… Bütün bu vahşetin odak noktasında olan ve arka planda yatan gerçek ise “insanlık” ve “savaş” olgularının uzlaşamazlığıydı. Bizler, yani yargıçlar, hikâyenin dile getirilmiş her ayrıntısında tiksinti ile irkiliyor ve her nefeste yargılıyorduk. Yüzbaşı Vukhov’un karşımıza çıkarken elinde tuttuğu silahın hedefi buydu. Yargıçlar, Vukhov’a tiksintiyle bakarlarken aslında içine düştükleri çelişki buydu. Bizler, Vukhov’un yaşadıklarından tiksinirken, “savaş”ı ve bütün çirkin yanlarını onaylamıştık çoktan. Vukhov’u bir yamyam ve insanlıktan çıkmış bir varlık olarak görüyor fakat biz yargıçlar, savaşa ses çıkarmıyorduk. Vukhov bizlere şunu soruyor ve insanlık hakkında bizleri düşünmeye itiyordu:
“Ben normal değil miyim? Normal bir yamyam… Bütün klasikleri okumuş bir yamyam… Mühendis olmak üzere yetiştirilmiş, atomu tanıyan, yediğim etin bir şey olmadığını, kardeşlerimin ruhlarının hiçbir şekilde tatlarının olmadığını bilen akıllı vahşi değil miyim?”
O, bize yaşamak için başkasını yaşatmayan insanların hikâyesini, beş para etmez çıkarları için öldüren ülkelerin savaşı içinde anlatmıştı. Vukhov’un göstermek istediği, savaşın da aslında insanların birbirlerini yemeleri kadar tiksinti verici olmasıydı. Onu arkadaşlarının etlerini yemeye iten savaş ve toplum mu suçluydu, yoksa kendini akıllı bir vahşi olarak nitelendiren Vukhov mu? Vukhov’un öğrenmek istediği ve onu mahkeme karşısına cesaretle çıkaran merak buydu. Bu suçu toplum mu işlemişti, yoksa o mu?
Neden “Yargı” yirmi beş yıldan fazla bir süredir sahnede? Sebebi, çarpıcı bir konu ve usta işi oyunculuk. Onu bir yerde eskimez yapan şey de savaş karşıtı mesajı. Ben doksan dakika bu gerçeğe, bu acıya, bu sinir sarsıntısına maruz kaldım ve nutkum tutuldu, yerimden kalkamadım, alkışlarken kendimde değildim. Peki ya yirmi beş yıldır, bu oyunu kendinin bir parçasıymış gibi oynayan Sayın Diper’e ne demeli?