Sizin filmlerinizde kapanmayan kapılar, televizyon sesleri gibi şeylere anlamlar yükleniyor. Hakikaten bunlara bu kadar büyük anlamlar yüklemek gerekir mi? Çünkü benim için gerekmiyor.

Bence de gerekmiyor ama bunu yapıyorlarsa bir şey diyemem, bunu yapma diyemezsin. Şundan diyemezsin; bir film ortaya çıkarılana kadar senindir. Bunu kamusallaştırdığın anda, başka insanlar ile paylaştığın anda o insan da kendinden bir şey algılayacak, söyleyecek. Ben en fazla şöyle bir müdahale edebilirim bana sorulduğunda; evet böyle bir anlam yükledim ya da yüklemedim diyebilirim. Bunu anlayabiliyorum normal bir şey aslında.

Filmlerinizdeki karakterlerin isimleri insanlara daha dini isimleri çağrıştırıyor. Bunlar bilinçli mi?

Biraz bilinçli olarak seçtim, şundan seçtim; böyle bir ilgi çekme yöntemi olarak çünkü filmler o kadar basit ki bir şekilde ilgi çekmek zorundasın. Diğer filmlerin, yönetmenlerin kullandıklarını kullanamayacağıma göre böyle bir şey yapıyorum. Özgürlüklerimden çok sorumluluklarım ile hareket ettiğin zaman kendini çok kısıtlıyorsun. Zaten bu filmler sıkıcı filmler. Bir de böyle bir ufak kapı gibi şeyler yapmazsan hiçbir şey olmayacak ama bir nedeni bu, onlar basit isimler ben onları seviyorum o isimleri. Dinsel duygudan o isimlerden öte, basit isimlerdir. Örneğin İsa evet Hz. İsa’nın ismidir ama benim mahallemdeki çocuğun ismi de İsa’dır. Yani onu da hesaba katarak kullanıyorum.

60’lara, 70’lere baktığımızda Türk sinemasının çok yoğun bir dönem geçirdiğini görüyoruz fakat darbe dönemine baktığımızda sinema bir anda duraklama dönemine giriyor, yavaşlıyor. Bunun nedeni nedir?

Bu beni çok ilgilendiren bir konu değil açıkçası ama sen sorduğun için cevaplayacağım. Şu kadarını söyleyeyim; özellikle 70’lerdeki filmleri ben çok iyi hatırlıyorum çünkü çocukluğumdu bir anlamda. Filmlere, özelikle de darbe öncesi filmlere baktığımızda hemen hepsi arabesk filmler de dâhil olmak üzere sosyal içerikli filmlerdir. Dönemin işlerinin, konjonktürel ve nedeni belli olmayan bir filmden ibaret olduğunu düşünüyorum. Bir şeyin gerçek olduğunu ve özelliklede bir ahlak öneriyorsa bu ahlakın olup olmadığını sınamanın en iyi yolu bunu zorluk testlerine tabi tutmaktır. Ben onun için 12 Eylül’e biraz böyle bakıyorum. 12 Eylül’ün bir sürü anlamı vardır bu ülkede ama bu içerikten buraya göre; yani 12 Eylül öncesinde olup biteni anlamak açısından baktığımız zaman, 12 Eylül öncesindeki bütün o büyük hareketlerin özellikle sol hareket açısından söylüyorum bunu inandırıcı, sahici ve gerçek olup olmadığının sınaması olarak görüyorum. Bunun büyük bir yalan olduğu, özellikle sanat ve sinema açısından büyük bir yalan olduğu ortaya çıktı; çünkü 12 Eylülden sonra bu ülkede işçi sınıfının sorunları bitmedi aksine daha çok arttı, sosyal sorunlar bitmedi daha çok arttı. Orhan Gencebay’ı hatırlıyorum mesela devrimci filmler çekiyordu ya da Cüneyt Arkınlar. 12 Eylülden sonra her türlü sorun bitti mi de bir anda bütün bunlar. Yani şunu söylemeye çalışıyorum, Türk sinemasına baktığımız zaman konjonktürel, yani o dönem çıkarı ne ise maneviyat adına sanat adına, insan olmanın anlamları ile ilgilenmek adına her ne olursa olsun böyle hakiki bir talebi olmayan basit bir sinemadır. Para ve ticari ilişkilerin asıl karakterini verdiği bir sinemadır. O yüzden bunda anlaşılmayacak bir şey yok bence, böyle olması çok normal.

Çok kişisel bir soru sormak istiyorum; “Yer Altından Notlar”ı okumadan önce tiyatroda izlemiştim, o tiyatroyu izledikten sonra bölüm değiştirdim, öyle bir sorgulama sürecine girdim. Bu kitabın sizin için de çok önemli bir kitap olduğunu biliyorum. Sizin için hayatınızda nasıl bir etki bıraktı?

Bütün bu söylediklerimin karşılığıdır. En başta; bana insan olma, insanın akli olduğu kadar akıl dışı bir varlık olduğunu gösterebilen, buna inandırabilen, bunu kabul ettirebilen ve yaşamda da buna uygun davranabilmemi sağlayan kitaptır. Ben “Yer Altından Notlar”dan önce özellikle bana karşı yapılmış bir kötülük beni çok meşgul edebilirken, bunun nedeni için bir sürü anlamlar üretebilirken, şimdi hiçbir nedeni olmayabilir. O insan canı sıkıldığı için bana kötülük yapmış olabilir diyecek kadar böyle gündelik hayatıma taşıyabildiğim kitaptır. Bir şey daha söyleyeyim, bugün insanlığın sözlüğü olabilecek tek bir kitap seçilseydi bence bu “Yer Altından Notlar” olurdu.

İnsanların değişebileceğine inanıyor musunuz?

İnsanlar tabi ki değişebilir ama bu değişimin ne olduğu, nereden nereye olduğu önemli. İnsan iyiyken kötü olabilir ya da kötüyken iyi de olabilir. Bunların hepsi mümkün ama daha geniş bir yerden söylersem ben değişimin her zaman insan doğası içinde, yaşam içinde, doğa içinde geçerli olmak üzere bir özün her daim baki kaldığını ve değişenin sadece şekiller olduğunu düşünüyorum. Bir öze inanıyorum, bu çekirdeğinin hiçbir zaman değişmediğini, değişemeyeceğine inanıyorum ama dışının şeklinin, konumunun her zaman değişeceğini ve yaşam dediğimiz şeyin bu olduğunu ve yaşamın da yaşamaya değer yanının bu dıştaki değişim olduğunu düşünüyorum.

Düzen içinde bir yerde hapsolduğunuzu düşünüyor musunuz?

Sürekli düşünüyorum. Hayattaki en büyük meselem budur. Sürekli bununla dövüşmek istiyorum ve dövüşüyorum. Yaşamın en acayip yanı budur.

“İnanç sorgulama gücünün bittiği yerde başlar” diye bir cümleniz var röportajlarınızdan birinde. Bir de “Beşiktaş’a sorgusuz sualsiz inanıyorum” diye bir cümleniz daha var başka bir röportajda. Biraz çelişki değil mi bu?

Beşiktaş’a çocukluğumda bir resim ile başladım. 72 ya da 73 yılı takımının bir kahvede asılı posterini, kahveye alınmadığım için hep dışarıdan görerek bu ne yahu diyerek ilgimi çekmişti. Sonra böyle çikletlerin içinden çıkan sporcu resimleri ile büyüdü bu. O dönem Galatasaray ve Fenerbahçelilerinki daha revaçtaydı Beşiktaşlılarınkine genellikle pek ilgi duyulmazdı, yerlere atılırdı. Ben bunları yerlerden toplayarak onlara sahip çıktım. Sonra yatılı okula başlayınca annemlerden ilk ayrıldığım gün otobüse bindirilip okula gönderilirken çok canım acıdı o akşam. Yalnız gitmiştim, ilk defa ailemden ayrılıyordum. Baya gizli gizli ağladım o anda acıdan kurtulma çabasından dolayı herhalde bir anda elimi cebime attım onlara bakmaya başladım ve acı biraz dağıldı gibi. O resimler gitti yanımda sonra birkaç sene sonra İstanbul’a geldim. Beşiktaş’ı o zamana kadar soyut bir şey sanıyordum, Güngören de oturuyoruz o zaman, bir arkadaşım gel seni maça götüreyim dedi, olur dedim gittik. İnönü’nün şimdiki şeref tribünü o zamanlar normal seyircinin de olduğu bir yerdi, baktım sahada o adamlar. Şimdi inanç konusuna gelince bu ayrı bir şey değil. İnanç konusu sorgulara, şüphelere kuyuya inmeye gücümüzün yetmediği anda pes dediğimiz yerde başlar ve tamam bu budur deriz ve orada devam ederiz. Beşiktaş’ın bununla çok fazla ilgisi yok aslında. Bunun şununla ilgisi var aslında; ben aynı zamanda manevi bir varlığım, benim akli ve nedenleri olan ihtiyaçlarım var. Aşk mesela, eğer bir gücüm olsaydı aşık olmazdım engellerdim; çünkü insanlara sıkıntıdan, acıdan, belirsizlikten başka hiç bir şey vermiyor. Biraz önce bahsettiğim gibi giderek daraltılan bu anlamın içerisinde insanı insan yapan, anlamlı kılan yeteneklerinden biri olduğunu düşünüyorum. Yani bedeni bizi her türlü duruma düşürebilen bu beni daha yüksek bir anlamın içerisinde eritebilmek, onu orada kaybedip bir sürü şeyden feragat edebilmek için insanın bence insan olmaya en büyük anlamı kattığını düşünüyorum. Bunun bir uzantısı olarak Beşiktaş ile böyle bir bağım var. Bir de şeyi söyledim, bazı şeyler vardır nedenlerini sorgulayamazsın sadece sonuçları ile başbaşasındır ve o sonuçları kabul etmek zorundasındır. Bu insanın doğasında böyle bir yan var, yoksa ben bunu akli olarak sorgulayacak olsam pek çok insan gibi zamanımı veriyorum, paramı veriyorum, sesimi veriyorum, gırtlağımı veriyorum, enerjimi veriyorum, onca yol kat ediyorum, saatlerce ayakta bekliyorum, üşüyorum. Az önce yer altından bahsettik bazen yaptığımız saçmalıklar bizi insan olmanın en üst mertebesine çıkartabilir; buna saçmalık da diyebilirsiniz ya da sahip olduğumuz en büyük maneviyat da diyebilirsiniz. Ben böyle demeyi tercih ediyorum. Ama birilerinin de saçmalık demesini anlayabiliyorum.

Son sorum şu ilk filminiz ile yakın zamanda gösterime girecek filminize baktığınızda ne gibi farklılıklar görüyorsunuz?

Mesele olarak çok fazla değişim olmuyor, sadece şekil ve değişimler oluyor; bunda sinemanın yapma şeklindeki yenilikler, yeni olanaklar, yeni kurallar etkili. Mesela dijital olarak çekebilme benim film dünyamı çok değiştirdi. Bunun yanı sıra eskiden daha genç daha heyecanlı biri olup, şimdi daha olgun biri olmamla da alakalıdır. Üç ayda yaptığım şeyi iki senede soğukkanlılığa ve olgunluğa vererek duyguları yitirmeden sahip olmaya çalışıyorum. Hatta şu kadar ki, filmlerimin arasında yaklaşık üç sene oluyor o arada hiçbir şey yapmıyorum düşünmek dışında, bir sonraki senaryoyu yazmak dışında. İşte 3 sene sonra film çekimi başladığında şaşırıyorum her şey bu kadar değişmiş mi diye? Kameralar değişmiş, kurgu koşulları değişmiş, insanlar değişmiş, ne bileyim insanların film yapanlara karşı algıları değişmiş.

Zeki Demirkubuz’a, vakit ayırdığı için, GazeteBilkent ekibi olarak teşekkür ediyoruz.

-Son-

Leave a Reply