Roman, Çingene, Gypsy…
Çingene; Türkiye’de Roman, dünyanın dört bir yanında ise yüzlerce farklı isimle anılan etnik grubun maruz kaldığı kötü isimlerden sadece bir tanesidir. Romanlar’ın etnik yapısından ziyade onların aykırılığını ve uyumsuzluğunu göstermek için kullanılan bu tabir, kendisiyle birlikte olumsuz birçok düşünceyi de beraberinde getirmektedir ve maalesef ki Avrupa’nın geri kalanında da aynı aşağılayıcı tonda, farklı şekillerde kendini göstermektedir. Hırsızlık, dolandırıcılık ve yağma gibi huzur bozucu davranışlarla özdeşleştirilen çingeneler; yoğunlukla Doğu Avrupa’da yaşamakla birlikte İtalya, İspanya, Almanya, İngiltere ve Türkiye gibi ülkelerde de varlık göstermektedir. Kökenlerine dair çalışmalar göçebe bir halk olduklarından ve yazılı belge eksikliğinden çok eskiye dayanmamaktadır. Fakat son çalışmalar kökenlerinin Hindistan’a dayandığını ve ortalama bin yıl önce büyük bir göçle Avrupa’ya yayılmaya başladıklarını göstermektedir.
İran üzerinden Türkiye ve daha sonra da Balkanlar’dan Avrupa’ya geçen Romanlar, göçebe bir topluluk oldukları için gittikleri her ülkeden bir parça almış ve kendi içlerinde de farklılaşmıştır. Müslümanı, Hristiyanı, gittiği ülkenin kimliğini kabul edeni, kendi kimliğini koruyanı… Her ne kadar büyük farklılaşmalar yaşansa da, göçe maruz kalan hemen her kültür gibi Romanlar da kendi içlerinde kalma konusunda büyük dikkat göstermiştir. Tıpkı Yahudiler’de olduğu gibi evlilikler, yapılacak işler ve loncalaşmalar kendilerinden olanı gözetecek bir biçimde olmuştur.
Hindistan’dan başlayan göçün sebepleri kesin olarak bilinmese de, en güçlü tahmin olarak kendi içlerinde yaşamayı seven, kendine has kültür ve kuralları olan Romanlar’ın bu bağımsızılığının dönemin hükümdarlarınca hoş karşılanmaması olarak görülmektedir. İlerleyen yıllarda da karşılaşacakları zülümlerin ve sürgünlerin sebebi topluma uymayı reddedip kendi kültürlerini koruma istekleri olacaktır. İçine dönük bir topluluk oldukları için diğer insanlara yabancı gelen adetler eski dönemlerde başlı başına birer sürgün sebebi olarak görülmekteydi. Aynı zamanda göçebe olmalarından dolayı edindikleri işler de toplumca doğru bulunmuyordu. Falcılık ve büyücülük dinen ayıplanıyor; çalgıcılık, tamircilik ve işçilik de saygı ile anılmıyordu. Romanlar’ın gittikleri çoğu ülkede hor görülmesi hatta korkulması onları topluma karışmaktan uzaklaştırıyor ve kendi içlerine daha da kapatarak içinden çıkılması zor bir durum yaratıyordu. Romanlar’ın maruz kaldıkları ayrımcalıklar çoğu azınlığın haklarına kavuştuğu ve modern dünyanın geliştiği günümüzde bile sürmektedir.
Romanlar’a yapılan kötü muamelenin tarihi çok eskilere uzanmaktadır. Hemen her dönemde Romanlar’ı öldürmek basit ve olağan bir iş gibi görülmüş; varlıkları hiçe sayılmıştır. Her çağda, her kralın altında acıya maruz kalmış ve öldürülmeye çalışılmışlardır. Romanlar’ın varlığına dair ilk yazılı kaynaklardan biri 15. Yüzyıl Avrupası’na aittir ve metinde Romanlar’dan uzak durulması gerektiği yazmaktadır. İlerleyen yıllarda coğrafya neresi olursa olsun romanlar bu tarz emirlere, kanunlara ve kötü davranışlara maruz kalmıştır. 16.yüzyıl İngilteresi’nde Romanlar’ı asmak neredeyse serbest görülüyorken Çekya’da topluma karışmaları katı kurallarla düzenleniyordu. Yaşamak zorunda oldukları bu kötü şartlar 2. Dünya Savaşı sırasında, Almanya’da, sahip olabileceği en kötü halini aldı ve Yahudi Soykırımı’na eş bir katliam yaşandı: Porajmos. Roman dilinde yıkım anlamına gelen bu kelime, Nazi döneminde yaşanan her şeyi özetler niteliktedir.
Naziler’in Hedefi
Nasyonal sosyalistlerin1933 yılında iktidara gelmelerinin öncesinde Avrupa’da fazlasıyla Roman karşıtı yasa zaten yürürlülüğe sokulmuştu. 1926 yılında Bavyara eyaletinde çıkarılan “Çingenelere, serserilere ve işsizlere karşı mücadele” yasası romanların genetik olarak tembel olduklarını ve ‘çalıştırılmaya’ ihtiyaç duyduklarını söylüyordu ve gelecek 10 sene içinde nazilerin yapacağı eylemlere dayanak oluşturuyordu. Topluma hakim olan bu Roman karşıtı politika Nazi Partisi iktidarı ile daha da katılaştı ve Roman karşıtı icraatlar hemen uygulamaya koyulmaya başlandı. Önceleri tıpkı Yahudilere olduğu gibi aktif bir cezalandırma yöntemiyle değil de sosyal yaşamlarının kısıtlanması ile eylemler başladı.
Romanların 1933 yılı itibariyle tiyatro, sinema ve müzikhollerde çalışmaları yasaklanmıştı. 5 Temmuz 1936’da İçişleri Bakanlığı “Çingenelerle mücadele” adıyla bir genelge yayınladı. Bu genelge uyarınca yetkili kılınan Berlin polis şefliği, özellikle olimpiyat oyunları öncesinde genel bir “Çingene taraması” başlattı. Bunları takiben Berlin kanalizasyon alanı Marzahn’da bir “Çingene kampı” kuruldu. Romanlar herhangi bir yasal takibat olmaksızın, zorla bu kampa tıkıldılar.
Aşağı Irk
Daha sonra sosyal anlamda getirilen kısıtlamalara yönelik isyanı önlemek için bunlar bir temele bağlanmaya çalışıldı. Yapılan bilimsel araştırmalarla romanların genetik olarak kusurlu olduğu, çocuk sahibi olmamaları gerektiği ve hatta yeni alman toplumunda bulunmamaları gerektiği söylendi. Nürnberg Yasaları ile ırk ayrımı ve beraberinde getireceği sonuçlar net bir biçimde çizildi.Öncelikle Yahudileri hedefleyen bu ırk tasarısı daha sonra genişletilerek Romanlar’ı da kapsamaya başladı. Romanların biyolojik olarak sınıflandırılması çalışmalarına yönetici olarak başkanlık eden ırk gözlemcisi Robert Ritter’ın araştırmaların temelinde yatan, ulaşılmak istenen ana hedef, ırklar ve suç işleme alışkanlığı arasında kalıtımsal bir bağın olduğunun kanıtlanmasıydı. Onlara göre “Çingeneler” toplum olarak bozuk bir yapıya sahipti ve neticesinde toplum açısından tehlikeli ve uyumsuz kimseler olarak görülüp ona göre davranılmaları gerekirdi. Bununla da kalmayarak bu dejenerasyonun kalıtımsal olarak aktarılabileceğini öne sürdüler. Bu sonuçlar çerçevesinde önerilen, tüm Romanlar’ın ve melezlerin gözaltına alınmasıydı. Çünkü Romanlar doğuştan asosyal ve kriminal olarak sınıflandırıldığından toplum için büyük tehlike arzetmekteydiler.
Sistematik bir biçimde başlayan romanların toplumdan izolasyonuna, çıkarılan hukuksal dayanaklar da eklenince birçok Roman, Avusturya’daki Daçau, Sachsenhausen, Buchenwald, Lackenburg gibi toplama kamplarında sorgusuz sualisiz gözaltına alındı.1941’de 5000 kadar Roman Almanya ve Avusturya’dan Lizmannstadt’daki (Lodz-Polonya) gettolara sürüldüler. Gettolarsa aslında gaz odaları için bekleme noktasından başka bir şey değildi, belli bir süre sonra gettolar boşalmaya Romanlar da imha noktalarına yollanmaya başladı. Mart 1943’ten itibaren 23 bin üzerinde Roman, 10 Avrupa ülkesinden, Ausschitz-Birkenau toplama kampına sürüldü. Sadece 3 Ağustos 1944’te bir gece içinde 3000 Roman gaz odalarına öldürüldü. Roman katliamları sadece Almanya’da yaşanmadı; Nazi birliklerinin işgalinin gerçekleştiği Fransa, Belçika, Polonya, Rusya, Sırbistan, Romanya, Macaristan, Çekoslovakya gibi tüm ülkelerdeki Romanlar, Yahudilerle birlikte aynı kaderi paylaştılar. Bunun yanında birçok Roman “genetik hastalıkları önleme” yasası temel alınarak 1945 yılına kadar kısırlaştırıldı. 1939 yılında 1 milyon civarı olan roman nüfusu 1945’e gelindiğinde %25 azalmıştı.
2. Dünya Savaşı Sonrası
Almanya Romanlar’a yapılan saldırıları ırksal bir salıdırı olarak kabul etmeyerek bu eylemleri soykırımla aynı kefeye uzun bir süre koymadı.1979 yılında ise yürütülen çalışmalara sayesinde Almanya soykırımı kabul etti ve geride kalan Romanlar’a tazminat hakkı gecikmeli de olsa vermiştir. İlerleyen yıllarda Romanlar örgütlenme yoluna gitmeye başlamış ve kendilerine karşı yapılan ayrımcalıklarla mücadeleye başlamışlardır. Fakat günümüzde bile kendilerine yapılan ayrımcalık devletler tarafından desteklenir düzeydedir. Özellikle İtalya, Macaristan ve Bulgaristan gibi ülkelerin sağ partileri, Romanlar’a yönelik hakaret içerikli propagandalara devam etmekte ve halkı Romanlar’a karşı kışkırtmaktadır.
Almaya’da Neo-nazi taraftarları da Romanlar’ın hala ırksal açıdan tehlikeye meyilli olduğunu ve geri kalanların iyiliği için onların ülkelerinden sürülmeleri gerektiğini savunmaktadır. Çekoslavakya’da ise Roman kadınlara karşı yapılan kısırlaştırma hareketleri 2001’de gün yüzüne çıkana kadar sürmüştür. Romanlar’ın birlik hareketlerinin güçlenmesi ve seslerini duyurur hale getirmesiyle, 2 Ağustos Dünya Roman günü olarak kutlanmaya başlanmıştır. Bu sayede tarih boyunca yapılan ayrımcalık ve soykırım tüm dünya insanlarına gösterilmekte, ve geri kalanlar da bilinçlendirilmeye çalışılmaktadır. Her ne kadar hala ücra köşelerde izole bir hayat yaşamayı tercih eden Romanlar olsa da, toplumun geri kalanıyla kaynaşan kesim de bir o kadar fazladır. kültürlerini, geçmişlerini ve renklerini koruyup atalarına izin verilmeyen hayatı sürdüren birçok Roman mevcuttur.
Kaynakça
1–
2-Dişli, Semra Özlem. ““Çingene” mi,“Roman” mı? Bir inşa süreci.” Antropoloji 31 (2016): 97-117.
3–
4–
5–