Merhaba sevgili GazeteBilkent okurlarımız! Gazetemizde başlattığımız yeni uygulamamızla misafir yazarlarımızın çalışmalarını sizlerle paylaşıyoruz. Yazmayı seven ve çalışmalarını okuyucularımızla paylaşmak isteyen herkes için başlattığımız köşemizde sizler de yer alabilirsiniz. Sosyal medya hesaplarımızdan ya da gazetebilkent.gb@gmail.com adresinden bizlere ulaşarak yazılarınızı gönderebilirsiniz. Gazetemize sağlayacağınız katkıları büyük bir merak ve heyecanla bekliyoruz, keyifli okumalar dileriz!
Şimdi, sizleri misafir yazarımız Hande Eylül MEMİKOĞLU‘nun ikinci yazısıyla baş başa bırakıyoruz…
Kendimle çelişiyor muyum? Pekâlâ öyleyse, kendimle çelişiyorum.
-Walt Whitman, song of myself
Babanızın gerçekten sizin babanız olmadığına, onun aslında babanıza çok benzer, onunla aynı yüze, aynı tavırlara, aynı kıyafetlere sahip bir sahtekâr olduğuna sizi inandırabilir miyim? Ne kadar uğraşırsam uğraşayım ikna edemem herhalde. İnsan imkânsız şeylere ne kadar uğraşırsa uğraşsın inanamaz sonuçta öyle değil mi? O zaman okuyacaklarınıza hazır olun!
3 Haziran 1918’de Madam M. Olarak bilinen bir kadın Paris’te bir karakola daldığında soluk soluğa kalmış ve ağlamak üzereydi. Görev başındaki polislere şehrin bodrumlarında ve yeraltı mezarlığında, çoğu çocuk, en az 28 bin kişinin rehin alındığını söyledi. Bazıları canlı canlı mumyalanıyor, sadist doktorlar kimilerinin dersini yüzüp üzerlerinde deneyler yapıyordu. Hikayesini doğrulamak için hemen iki polisin kendisi ile gelmesini istedi. Kendisine eşlik etmek için yola çıkan polisler onu en yakın tımarhaneye götürdüler.
M. yıllarca terzi ve tasarımcı olarak çalışmıştı ama muayenesi esnasında asıl beş çocuğunun hikayesi psikologların dikkatini çekmişti. Dördü henüz bebekken ölmüş, ikiz oğullarının kaybettiğinde iyiden iyiye aklını oynatmıştı. Bu olaydan sonra küçük çocuklarının zehirlendiğini ya da kaçırıldığını söylemeye başlamıştı. Kurguları gitgide çılgınlaşmıştı.
Doktoru Joseph Capgras hikâyenin bütünüyle pek ilgilenmiyordu ama sıra dışı ve önemli bulduğu bir ayrıntı vardı. M. Kopyalara inanıyordu. Kopya sözcüğünü yineleyip duruyor, ailesinin kalan üyeleri olan kızıyla kocasının bile öldürülüp yerlerine kopyalarının konulduğunu iddia ediyordu. M. etrafındakilerin kopya olduğunu nasıl anlamıştı? Sorun insanların değişmesiydi. Saçlarını kestiriyorlar, kilo alıyorlardı. Hayatındaki insanlar ne zaman bir değişim geçirse, M.’nin beyni onları eskisi kaybolmuş gibi yeni bir insan kopyası sanıyordu.
Capgras vaka raporunu yayımladıktan sonra, başka sinirbilimciler de hastalarında aynı sanrıyı, gerçeklerin yerini kopyalarının alması durumunu fark etmeye başladılar. Bu sendromun nedenlerini anlamak isteyen Capgras belirleyici bir özelliğe odaklanmıştı. Hastalar sevdiklerinin yüzlerini hala tanıyabiliyor ama bir yandan onların “gerçekten” kendileri olduğunu inkâr ediyorlardı. Bir başka ifadeyle hastalar, insanları doğru algılıyor ancak algıladıklarına uygun tepki vermiyorlardı. Problemin duygusal bir kökeni olduğuna işaret ediyordu. Ne yazık ki Capgras Freudculara rastladı ve bu duruma psikoseksüel nevroz (bastırılmış ensest arzusu) olarak yeniden yorumladı. Kazalar ve çeşitli hastalıkların bu sendroma yol açması, durumun fiziksel bir nedeni olabileceğini akla getiriyordu. Sinirbilimciler dönüp dolaşıp Capgras’ın duyuları işaret ettiği sağduyulu tahmine vardılar.
Capgras sendromunu eksiksiz bir açıklama yapabilmek için yüz körlüğünden kısa bir şekilde bahsetmek gerekir. Yüz körleri çoğu zaman bağlama ilişkin ipuçları kullanmadan ya da hileye başvurmadan sevdiklerinin yüzlerini bile tanıyamazlar. Yine de pek çok yüz körü, her şeye rağmen bir şekilde yüzleri algılar.
Bilim insanları yürüttükleri bir deneyde yüz körü olan hastaya yakınları ve yabancıların fotoğraflarından oluşan bir yığın fotoğraf verip hastanın her resme vereceği duygusal tepkiyi ölçmek için elektrotlar yerleştirilmiştir. (insanlar bir duygu hissettiklerinde , kendileri nemi algılamasa bile çok az terler. Ter, derinin iletkenliğini artıran tuz iyonları içerir.) Hasta fotoğrafları karıştırmaya başladığında hiçbir yüzü hatırlamaz, “Tanımıyorum,tanımıyorum, bunu da tanımıyorum ,” der ama duyguları tanıyordur. Sevdiklerini algıladığında derisindeki elektrik akışı ölçülebilir miktarda yükselir.
Bu gizemli duygusal tepki, beynin yüzleri iki farklı devre aracılığıyla tanıdığına işaret eder. İki devrenin de beynin çizgileri, sınırları ve diğer görsel özellikleri otomatik olarak çözümlemesi temeldir. Ancak bir devre bize bir yüzün filancaya ait olduğunu söylerken diğeri bu bilinçli rotayı atlayıp, duygusal merkezlerimize bağlanarak hayranlık ya da tiksinti gibi duyuları anımsatır. O halde bir simayı tam anlamıyla tanımamız için hem bilinçli algıya hem de aramızdaki o tanımlanamaz bağı anımsamaya ihtiyaç duyarız. Yüz körleri o aradaki bağı algılar ancak görsel tanıma devreleri bozuk olduğundan ses ya da başka bir ipucuna bel bağlamak zorundadır.
Şimdi de yüz körlüğünün tam tersini hayal edin. Yüzü tanıdığınızı ama o ardaki bağı hissetmediğinizi. Bu Capgras sendromudur. Hastalara bir yığın fotoğraf verdiğinizde, beyinleri sevdiklerine de yabancılara da aynı ruhsuz tepkiyi gösterir. Capgras‘ın bu teorisine başka bir destek aynalı kutu terapisini geliştiren sinirbilimci, tuhaf nörolojik vakalara meraklı Ramachandran’dan geldi. Ramachandran, Arthur adındaki otuz yaşındaki bir Brezilyalı’yı tedavi ediyordu. Arthur bir trafik kazasında başını cama çarpmıştı. Konuşma, bellek ve muhakeme becerilerini yeniden kazandı ama doktorlara babasının kaçırıldığını ve biriyle değiştiğini söylüyordu. Biri neden babası gibi davransaydı?
Ramachandran sezgilerini dinleyerek bir gün Arthur’un babasından oğlunu telefonla aramasını istedi. Amacı Arthur’un babasının sesinden nasıl etkileneceğini görmekti. Keyifle Capgras’ın sanrısı uçup gitmişti. Baba oğul, en azından telefon boyunca bir aradaydı. Tekrar yüz yüze geldiklerinde Arthur’un şüpheleri yeniden canlandı.
O halde Arthur babasıyla yüz yüze konuştuğunda neden farklı hissediyordu? Görsel ipuçlarını işlemek için çeşitli noktalarda serebral korteksin yarısını da işin içine sokarak beynimizin toplamda o kadar büyük bir kısmını ayırırız ki; görme, diğer duyularımıza baskın çıkar. Babası Arthur’a o kadar esrarengiz ve tekinsiz görünüyordu ki, ne kadar gerçek olursa olsun babasının sesini göz ardı ediyordu. Capgras sanrılarında koşulların önemi büyüktür. Bir açıdan dejavu (çoktan görüldü) duygusunun tam tersi jamaisvu(hiç görülmedi) gibi düşünülebilir. Dejavu’daki yabancı bir çevreye duyulan yoğun aşinalık hissi yerine, Capgras kurbanları güvenli, tanıdık bir çevre olması gereken yerde tekinsiz bir yabancılık hisseder.
Hepsinden önemlisi Capgras sendromu, duygunun daha ilkel ve güçlü olduğuna işaret eder. Öyle olmasa, hastalar sırf kişisel bir kayıp hissini açıklamak için neden akıl ve mantığı bir yana bırakıp benzerlerine dair hikayeler ya da dünyaya yayılmış komplolar uydursun? Gerçeklikle bağınızın böylesine kopmasını aklınızın kaldıramayacağını düşünebilirsiniz, ama kaldırabilir. Deliliği tek bir konuya hapsederek aklınızın genelini korumak üzere tasarlanmış savunma mekanizmaları inanılmazdır.
KAYNAKÇA
- http://onlinemakale.dusunenadamdergisi.org/pdf/dusunenadam/962010182016-4-6.pdf
- Kean,Sam.İnsan Beyninin Gizemi. Kolektif Kitap.2016