Bilim, evrende rastlaştığımız olguları ontolojik, epistemolojik ve metodolojik bir tutarlılık içinde anlamaya, kavramaya ve anlamlandırmaya çalışmak olarak tanımlanırsa şüphesiz çokça emek, gayret ve fedakârlık isteyen bir uğraş olduğu sonucuna varılır. Özellikle temel bilimlerle ilgilenen araştırmacılar çoğu zaman alanlarına, toplumla olan bütün sosyal bağlarını asgariye indirecek düzeyde odaklanırlar. Sürekli alanlarını düşünürler, devamlı alanlarının problemlerine çözüm ararlar. Bu durum göz önüne alındığında ihtisas, araştırmacıyla konusu arasında bir Katolik nikahıdır, denilebilir. Böylelikle, bir konu mevzubahis olduğunda başvurulacak yegâne mercii konunun mütehassisidir. Ne yazık ki ülkemizde, bu durum oldukça farklı işlemektedir. “Çokbilmişlik hastalığı” ismini koyduğumuz bu sorun, bu yazının genel mevzusu olduğu gibi, kamuoyu gündeminde de büyük cerahatler oluşturan patolojik bir yaradır.

 

Medya organları az çok takip edildiğinde, zikredilen patolojik tipoloji, uzman kişiler tarafından hemen fark edilebilir. Maalesef bu kişilerin arasında başka sahaların mütehassisleri bile bulunmaktadır. İşbu mesele açılacak olursa, müşteki olunan tip, bir alanda ihtisas yapmadığı –en azından doktorası dahi olmadığı- halde ahkâm kesen beyanatlar vermektedir. Mesele örnekle aydınlatılacak olursa, mesela bir ilahiyat profesörü evrim teorisini kolaylıkla hurafeden sayabilmektedir veya bir jeoloji profesörü Osmanlı Türkçesi’nin fonetik açıdan Türk diline uygun olmadığını iddia edebilmektedir, ya da bir siyaset bilimi doçenti tarihteki ilk ateistin, panenteist görüşleriyle bilinen Spinoza olduğunu çok rahat söyleyebilmektedir. Zikredilen bu misaller, okunan yazının müellifi tarafından tecrübe edilmiş somut olaylardır.

Spinoza, panenteist görüşleri sebebiyle Hollanda’daki Yahudi cemaatinden afaroz edilmiş bir filozoftur.

 

Bilinen bir gerçektir ki, 19. asrın başlarından itibaren bilimsel bilgi birikimimiz çok büyümüştür. Bu aşırı büyüme ise, bilimde branşlaşmayı mecbur kılmıştır. Daha evvelinde bütün bilimsel birikime az çok sahip olmaya ve muhtelif sahalarda araştırmalar yapmaya çalışan bilim adamları, bir tek konu üzerinde derin düşünen, o meselenin inceliklerini araştıran uzman bilim insanlarına yerlerini bırakmaya başlamıştır. Modern bilimin ortaya çıkmasıyla artık bilim insanlığı, dilerse diğer mevzularda malumat sahibi olabilmekle beraber, detay denilebilecek bir konuda yüksek ihtisas sahibi olmayı gerektiren bir iştigal haline gelmiştir. Bu durum, konuya sadece ilgisi olan insanlara, ihtisas sahibi insanların çalışmalarını karşılaştırmalı ve mantıksal çözümleme içinde takip etmeleri dışındaki, mevzu hakkında fikir sahibi olmalarını sağlayacak kanalları kapatmaktadır. Misal olarak, fiziğin herhangi bir dalında uzmanlaşmış bir bilim insanının Selçuklu tarihine ilgisi var farz edilsin. Önünde iki yol mevcut, ya Selçuklu tarihi konusunda ihtisas sahibi herkesin muteber saydığı Osman Turan ve İbrahim Kafesoğlu’nun çalışmalarını okuyacak ve yeni yapılan araştırmaları takip edecek ya da üst düzey bir Farsça öğrenip tarih metodolojisinin çizdiği yolda ihtisas yapacak. Anlaması açık ki ikinci yolu seçerse zaten Selçuklu tarihçisi olacak. İki ihtisas alanının da hakkını verebilecek bir dehaysa yazının müellifi, o şahsı sadece takdir eder. Lakin müellif, bu şahıs ilk yolu seçtiği halde mezkur sahada mucitlik hevesiyle ahkam kesiyorsa bu tenkidin tam odağında olduğunu belirtmektedir.

 

Bu tenkit yapılırken şu da belirtilmelidir ki; herkesin ilgi alanları, hususiyetle ilgilendiği konular muhakkak vardır. Bu meseleler hakkında okumak, araştırmak, düşünmek herkesin en tabiî hakkıdır. Hatta bu ilgi, alakalı matbuatta herhangi birinin fikir yürütmesi kabilinden yazıya dökülebilir ki okunan bu yazı da aynı durumdadır. Bu amatör yorumlar bazen ufuk açıcı bile olabilir. Fakat, kamuoyu önünde hiçbir derin bilgi birikimine sahip olmadan, o mesele için geceleri uykudan, gündüzleri yemekten feragat etmeden, sathi araştırmalar üzerinden konuşmak hem abesle iştigaldir hem de konunun mütehassislerine karşı büyük bir saygısızlıktır. Ayrıca, sahanın uzmanı gözünde ciddi bir alay konusuna, gözden düşmeye ve itibar kaybına sebep olabilir. Bu ise “çokbilmişlik hastalığı”ndan mustarip şahsın ciddiyetsizliğine delalet eder ki onun kendi ihtisas sahasındaki çalışmalarına da şüpheyle bakılmasına yol açarak onca emeğine halel getirir.

Bir konuda mütehassis olmak, geceleri uykudan, gündüzleri yemekten ve sosyal yaşamdan feragat ettirecek emek gerektirir.

 

Bu yazıda sunulacak çözüm önerilerinin başında insani bir erdem olması hasebiyle herkese tavsiye edilen, fakat bahusus bilimsel konularda kamuoyu karşında kelam eden şahısların şiddetle edinmesi gereken tevazu fazileti gelmektedir. Daha metodolojik çözüm önerisi ise bilimsel çalışmalarda intihal sorununu aşmaya yönelik icat edilen referans verme usulüne sıkça başvurmak tavsiyesidir. Misalen, biyolojinin herhangi bir sahasındaki bir mütehassis, hususi ilgisinin bulunduğu Osmanlı tarihinin herhangi bir meselesinde beyanat verme zaruriyeti hissetti. Tavsiye edilir ki her paragrafının sonunda “şu çalışmadan okuduğum kadarıyla”, “bu kitapta bahsedildiği üzere” türünden bir ilave cümlecik koysun. Bu tevazu, ondan hiçbir şey götürmeyeceği gibi yanlış malumat iktibasında kendi itibarının zedelenmesini de önler. Medya organlarındaki daha geniş kitlelere ulaşan beyanatlarda ise, “bu konuda şu Adıgüzel arkadaşımızın çalışmaları mevcuttur, ona başvurulması daha yerinde olur” tarzında yönlendirmeler, ülkemizdeki saygıyı ve bilim kültürünü arttıracaktır.

 

Leave a Reply

2 comments

  1. İlyas

    Konu güzel fakat anlatımda öz Türkçe dışında çok kelime kullanılmış, yeni neslin rahatlıkla anlayabileceği bir yazı olmaktan çıkmış. Şiddetle eleştiriyorum.

  2. Yusuf Samed İlerisoy

    Sevgili İlyas,

    Öncelikle yazımı okuduğun için teşekkür ederim. Tenkidine gelecek olursak Türkçe yazdığım kanaatindeyim ve bu lisanı kasdî kullanıyorum. Öz Türkçe’nin mi has Türkçe’nin mi hakiki Türkçe olduğunu tartışabiliriz. Yeni neslin anlamaması gibi populist kaygılarım mevcut değil.

    İyi okumalar dilerim.