Moda dergilerinin kapaklarını açtığım an karşıma çıkan ve herkesin dilinde olan “Fransızlar şahane, modaları şöyle güzel böyle güzel” laflarından çok sıkılmaya başladığım bu günlerde karşıma geçen ayın Harper’s Bazaar dergisinde rastladığım Jil Sander konulu makale çıktı ve “Sonunda”, dedim, “Fransız modası dışında bir konu!”. Bu zarif Alman kadına olan hayranlığımı biriyle paylaşmaya kalktığım zaman çoğu yüzüme boş boş bakıyor, çoğu da tarzını çok “sade” buluyor; ama zaten Jil Sander’in markasını inşa ettiği temel de bu: kaliteli sadelik.
Tarzını herkesin benimseyemediği Sander’in hikayesi 1967 yılında Hamburg’da açtığı küçük bir butikle başlıyor. Bu butik önceleri kendi tasarımlarının yanı sıra Thierry Mugler gibi o zaman da tanınan tasarımcıların tasarımlarını da satarken 1968 yılında butiğin adını ve içeriğini tamamen değiştiriyor ve moda devinin engellerle dolu yolculuğu başlıyor. Engellerle dolu diyorum; çünkü onun kendini göstermeye başladığı dönemlerde modada sadeden çok ama çok uzak bir hava hakim, bu da daha yolculuğa başlar başlamaz bu mavi gözlü, sarışın ve ilginç kadın için aşılması gereken bir dağ oluyor. 75 yılında Fransa podyumlarında kendini göstermeye başladığı zaman zamanın kritikleri tarafından fazla “sıradışı”, ki o zamanının “sıradışı”sı sade oluyor, bulunan koleksiyonu 1990ların başlamasıyla hak ettiği ilgiyi görmeye başlıyor. Hatta o kadar tutuyor ki 90’ların sonunda Prada, Sander’in şirketini halka açmasıyla, markanın büyük çoğunluğunu satın alıyor; ancak Sander’i şirketin başında tutmak koşuluyla.
Şirketin alınmasından yaklaşık 4 ay sonra ise “Queen of Less and Lean”, beklenmedik bir şekilde istifa ediyor ve kendi kurduğu markasını terk ediyor; ancak bundan birkaç yıl sonra şirkete dönüşünde istifasının nedenini öğreniyoruz. Çeşitli başka unsurların yanında, Prada’nın CEO’su Patrizio Bertellini ile kumaş politikası konusunda anlaşamamaları bu kararı etkiliyor. Jil Sander’le ilgili bilmeniz gereken en önemli unsur da bu sanırım, Sander markasını kumaş kalitesi ve kaliteli kumaş işleme üzerine kuruyor, bugün dahi markanın Almanya, İtalya, Belçika ya da Fransa dışında üretilen tek kıyafetini bulamazsınız, bunun yanında suni veya “çakma” dediğim herhangi bir kumaş türünü üretimlerinde asla kullanmaz. Her kumaş yapımında kullanılan mekanik aletler bile özenle seçiliyor ve kumaşların işlenmesi çok uzun ve zorlu bir süreç oluyor Jil Sander çalışanları için. Bu da az sayıda malın üretilmesi; ancak çok ciddi fiyatlara satılması anlamına geliyor; ancak o dönem Bertelli bunun satış politikasına uymadığını belirterek kumaşın işlenme ve seçilme sürecini hızlandırıyor, bu da Sander’in yanında pek çok sadık çalışanın da ayrılması anlamına geliyor. 2012 Şubat ayında Sander’in tekrar görevinin başına geçmesinden önce ise Bertellini tekrar kumaş kalitesini önplana koyuyor ve dahi, muhteşem tasarımcı Raf Simons onun izlerini belli eden tasarımlarıyla markayı güçlendiriyor.
Jil Sander’in tasarımlarını beğenin ya da beğenmeğin, bu güçlü ve mükemmeliyetçi Alman moda evi kalitesi ve minimalist tarzıyla kendini her yerde belli ediyor. Basit bir “form-fitting” tişörtün, bol ama salaş durmayan tek renk pantolonların, üste oturan, alta doğu genişleyen elbiselerin, paltoların hatta basit bir çorabın bile, evet abartmıyorum çorabın bile, kalitesini çığlık atarak gösteren Jil Sander’e ait olduğunu hemen anlıyorsak bugün, Hamburg’lu bu zarif ama tuhaf kadın bir alkışı hak ediyor bence.