Bu yazımda kendi gözümden Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’inden bahsedeceğim içinden birkaç satır paylaşarak ve karakterlerini ele alarak. Eğer henüz kitabı okumadıysanız okuduktan sonra buraya dönmeniz sizin faydanıza olur, farklı bir gözle yeniden okumuş olursunuz. İyi okumalar şimdiden!
‘Harika bir akşamdı; böyle bir akşam insana ancak gençken nasip olur sevgili okur. Gökyüzü öyle yıldızlı, öyle berraktı ki, onu gören kendine sormadan edemezdi: Nasıl oluyor da böyle bir göğün altında türlü türlü suratsız , kaprisli insan yaşayabiliyor? Bu da gençlere özgü bir sorudur sevgili okur, hem de daha ilk gençliğini yaşayanlara, ama Tanrı’dan dilerim bu soru gönlünüze sık sık doğar!‘
Cümleleriyle başlamış Dostoyevski Beyaz Geceleri’ne, bence de insan sormalı kendine bu soruyu. Zaman zaman uzaktan bakmalı dünyaya ve tüm hayatını bir kuyumcu titizliği ile incelemeli. Tarih yazıldı, çizildi kitaplara; upuzun ırmakları, kocaman denizleri, okyanusları geçtik, rüzgarları dizginledik, inşa ettiğimiz binalarla gökyüzünü bile deldik, caddeler, parklar yaptık; şimdilerde de önünde durup saatlerimizi harcadığımız küçücük ekranlara sığdırdık tüm işlerimizi; başımızı döndürdü bu hızlı değişimler ama hiçbir şey, hiçbir şey değişmedi aslında. Unuttuk, ders almadık gördüklerimizden. Yine aynı gökyüzünün altında tarih boyunca kavga, dövüş ve savaşlar süregeldi; insanlar ayrıştı bilemiyorum neye göre, diline, dinine, rengine göre; siyah beyaz derken vicdan yüreğin en ücra köşelerine gömüldü, küfürler savuruldu havaya, kardeş kardeşi boğazladı, birbirimizi öldürdük. Yine hırs, nefret, kıskançlık, kin ve kibir daha kolay kapladı ruhu. Her yeni kuşak en kötüsü oldu. ‘İnsanoğlu hiç değişmedi ve değişmeyecek’ dedik sonunda. Bence de insan hep sormalı bu soruyu kendine aynı kabullenişi yaşayacağını bilse de.
Şöyle bir gerçek de var ki o sert taşların arasından fışkırmaz mı filizler sonunda?
Sezgileri ve dili kuvvetli, Dostoyevski’nin söylemiyle ‘hayalperest’imizin diliyle başlar ve ismi verilmeden anlatılır bu kısa öykü birbirini kovalayan dört geceyle devam ederek. Yoktur kimsesi, bir başınadır. İçinde soldurup yeşerttiği ümitleri, avuntuları ve üstünden defalarca geçtiği anıları vardır yalnızca. Kendi kafasının içinde yaşıyor gibi görünse de dış dünyayla da sıkı sıkıya bağlı olduğunu görüyoruz aslında kurduğu cümlelerle. Öykümüz yazarın hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği St. Petersburg kentinde geçmektedir. Tüm St. Petersburg ile tanışıklığı vardır: evlerle selamlaşır, her sabah yürüdüğü sokaklardan geçerken karşılaştığı ama konuşmadığı bir yaşlı adamla da arkadaş olmuştur. Kent ise genç bir kızdır gözünde bahar aylarında kocaman gülümseyen, yanakları al al olan, gözlerinin içi parlayan; havalar soğuduğunda neşesinden pişman olup tasalı bakışlara bürünen ve yüzündeki gülüşü yitip giderken mahcubiyet ile başını eğen.
Birinci gece, bir yabancı sayesinde yolları kesişir Nastyenka ile. Karşılaştığı bu genç kız, hayalperestimizin aksine daha çekingen bir yapıya sahiptir, hislerini kelimelere dökmekte zorlanır ve bu durumundan muzdarip olduğunu da belirtir. Vakit ilerledikçe aralarındaki sohbet koyulaşır, yüreklerini açarlar, geçmişlerinden bahsetmeye başlarlar birbirlerine. Böylece görünmez bir bağ oluşur aralarında. Benzerlikleri kadar ve farklılıklarıydı da bağı kuvvetlendiren. Nastyenka’nın geçmişini anlatışı aralarda çekinip duraksamaları, hislerini anlatma çabası; hayalperestimizin onu sabırla dinleyişi, kendini ifade edişi ve yansıtmadığı iç mevsimleri…Sayfaları çevirdikçe kendimi aralarında sessizce mekik dokuyan, hislerini duyumsayan bir gözlemci gibi hissetmiştim.
Nastyenka’nın yazmak istedim şu cümlelerini buraya:
‘Söylesenize, neden hiçbirimiz birbirimize karşı kardeşçe davranmıyoruz? Neden en iyi insanlar bile sanki hep başkalarından bir şeyler gizler, hep susar? Sözlerinin yel olup gitmeyeceğine emin olduğun zamanlarda bile neden yüreğinden geçenler dosdoğru söylemezsin? Herkes olduğundan ketum görünüyor, sanki hemen dile getirirlerse duygularının zedeleneceğinden korkuyorlar…’
Yanımızda en yakınımız olsa dahi konuşmaktan vazgeçip, suskunlaşarak duvarların ardına sığınırız. Kim örüyor bu duvarları? Anlaşılmayacağını bilmek mi, anlaşılamama korkusu mu tuğlaları üst üste koyan? Yıkılabilir mi bu duvarlar? İçimizde büyüttüğümüz korkularımız mı bizi bu hale getiren?
Kim ve ne ördürüyor bize bu duvarları?
İlerleyen sayfalarda gördüm kentte yalnız geçirdiği gece ve gündüzlerinin mis kokulu hayallerle süslü olmadığını. Hep aynı sokaklar, caddeler, yollar, tanıdık çehreler onu karşılarken , o yavaşça ezilmektedir defalarca üstünden geçtiği anılarının ağırlığı altında. Bilir böyle devam edemeyeceğini:
‘Ah Nastyenka! Yalnız kalmak, tamamen tek başına kalmak ve hayıflanacak bir şey bulamamak ne kadar boğucu…Hiçbir şeye benzemez, hiçbir şeye…Çünkü elinden kayıp gidenler, bütün o yitirdiklerin aslında bir hiçlikten ibaret, saçma, yusyuvarlak bir sıfır, yalnızca ve yalnızca kafandaki hayaller!’
Fakat Nastyenka gönlünü çoktan bir başkasına kaptırmıştır. Acıklı ve karmaşık bir veda mektubu bırakır geride. Duygularının yanlış yere aktığını, böyle olmaması gerektiğini ama kaçınılmaz sonun bu olduğunu söyler mektubunda. Artık hayalperestimiz korkunç bir ıstırap içindedir, boğulmaya başlar karşılıksız olan aşkının içinde. Öyle iyi yüreklidir ki acısını ve endişelerini hep içine gömer ve onu dinler hiçbir şey hissettirmeden. Kitabın sonunda ne sarıya boyanmış evi kalmıştır, ne elini başına götürüp selam verdiği yaşlı amcası, ne de eski yürek titremeleri… Üzgün ve ağlamaklı bir kent, puslu bir gökyüzü, gri eşyalar ve Nastyenka’nın karmaşık duygular içinde yazdığı mektubudur geriye kalan. Çoktandır rüzgara kapılmış bir toz misali, yüreğindeki yaralarıyla ve anılarıyla bir uçtan bir uca devam eder savrulmaya.
Dostoyevski’nin sevecen dili bana yüreğimde hissettirmişti onun tüm telaşını, sevincini, aşkını ve çektiği acıyı. Zaman zaman onunla nefes aldığımı hissettim ve gördüm ki hüzünlü bir aşk hikayesinden çok daha fazlası gizli satırlar arasında: pişmanlık, çaresizlik, umutsuzluk, endişe; utanç, aşk ve gurur ile dökülen gözyaşları; yalnızlık, kıyamama duygusu, derin bir iç çekiş ve bazen hepimizin dile getirmekte zorlandığı tüm duygular…İki kişide toplanmıştır aslında sende, bende ve her birimizde var olanlar.
*Ufak bir not sevgili okuyan, kitabı okuduktan sonra adının esin kaynağını merak edip bir araştırma yaptım. St. Petersburg’da her yılın belirli üç ayı güneş gece doğar ve uzun süre batmazmış, gökyüzü güneşi kucaklarken karanlığı unuturmuş. ‘Beyaz Geceler’ adını vermişler güneşin geceyi aydınlattığı bu günlere. Dünyanın birçok yerinden insanlar akın akın gelirmiş kentin havasını solumaya ve ‘Beyaz Geceler’i yaşamaya. Aşağıda gördüğünüz fotoğraf da o gecelerden birinde çekilmiş.
Görseller:
https://tr.sputniknews.com/foto/201807271034494859-st-petersburg-beyaz-gece-turizm/
Kaynakça:
Dostoyevski, Fyodor Mihayloviç. Beyaz Geceler. İstanbul: 18.Basım, Türkiye İş Bankası ve Kültür Yayınları.