Everest’e tırmanın ilk Türk dağcı Nasuh Mahruki ile röportaj yapma fırsatını yakaladım. Kendisi aynı zamanda 1992 yılı Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesi mezunlarından biri. Çok keyif aldığım söyleşiyi size sunmadan önce Nasuh Mahruki’den kısaca bahsetmek istiyorum:
Sovyet Asya’nın 7000 metreden yüksek beş tırmanışını da tamamlayarak, Rusya Dağcılık Federasyonu tarafından, hala Türkiye’de tekrarı yapılmayan Kar Leoparı unvanı verilen Mahruki, Everest Dağı’na tırmanan ilk Türk ve dünyadaki ilk Müslüman dağcı ve Yedi Zirveler projesini tamamlayan dünyanın en genç dağcısı oldu. 8000 metreden yüksek Cho Oyu – (Türkiye’nin en yüksek solo tırmanışı), Lhotse ve K2 – (Türkiye’nin en yüksek oksijen desteksiz tırmanışı) dağlarına oksijen desteksiz olarak tırmandı. Kurtarma çalışmalarındaki öncü sosyal girişimciliği nedeniyle Amerika’dan ASHOKA Vakfı’na Fellow olarak seçilmiştir. Filipinler’den Uluslarası Gusi Barış Ödülü’ne , Bilkent Üniversitesi’nden Sosyal Bilimler alanında Fahri Doktora’ya layık görülmüştür. Moğolistan Kültür, Spor, Turizm Bakanlığı tarafından JUUKH BICHIG takdirnamesiyle ödüllendirilmiştir. Arama Kurtarma Derneği Kurucu Üyesidir ve 18 yıl Yönetim Kurulu Başkanlığı yapmıştır, AKUT Derneği Onursal Başkanıdır.
1) 1992 yılında Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesinden mezun oldunuz. Neden Bilkent Üniversitesini tercih ettiniz?
Ben ekonomi ya da işletme okumaya karar vermiştim. Babam, ben lisedeyken kariyer planlarımı yaparken uluslararası nakliye üzerine bir şirket kurmuştu. Bununla ilgili birtakım kurslar da aldım. Fakat o dönemde dağcılıkla tanışınca olay başka bir tarafa doğru evirildi. Ama sonuçta ben ekonomi ya da işletme gibi bir bölüm okumak üzere yola çıkmıştım. O yüzden de Bilkent Üniversitesinde işletmeye girdim.
2) Üniversite yıllarınızda Dağcılık Kulübü ile tanıştınız. Bu kulüp sayesinde mi doğa sporlarına ve dağcılığa olan ilginizi keşfettiniz?
Evet. Çocukluğumdan itibaren doğaya ve hayvanlara çok düşkün bir yapım vardı. Büyük babamın yaptırdığı bahçeli bir evde yaşıyoruz ve o evde birçok hayvan beslemiştim. Her zaman aram iyiydi doğa ve hayvanlarla ama üniversitede doğada spor fikri ile tanıştım. Bilkent Üniversitesinin bana kattığı pek çok şey oldu; doğa sporları da onlardan biri. Sonrasında, doğa sporlarının benim için çok uygun olduğunu, kendimi ifade edebildiğimi, yetenekli olduğumu, kendimi mutlu hissettiğimi fark ettim ve arkası da öyle geldi.
3) 1995 yılında Everest’e tırmandınız ve Everest’ e tırmanan ilk Türk oldunuz. Bu hedefi nasıl belirlediniz?
Üniversitede dağcılık ve diğer doğa sporlarına başladığımda ilk göz ağrım dağcılıktı. Okulda Dağcılık Kulübü’nü kurmaya karar veren üniversitemizde öğretim görevlisi hocamız Ertan Ercan’dı. Yine o dönemde Anadolu Dağcılar Birliği’nin çok iyi dağcılarından biri olan Recep Çatak ile birlikte Bilkent Üniversitesi’nde çok iyi bir genç potansiyeli var, burada yapacak çok şey olur diye düşünerek dağcılığı kurmaya karar veriyorlar. Ve böyle bir ilan asıyorlar, ben de o ilanın peşinden gittim. Böylece dağcılık eğitimlerine başladım. O dönemde teorik ve pratik çok güzel bir eğitim aldım. Aynı dönemde Mağara Araştırma Derneği ile mağaracılığa başladım. ODTÜ Sualtı Topluluğu ile aletli dalışa başladım. Boğaziçi ile yamaç paraşütüne başladım. Bir yandan akademik eğitim, bir yandan doğa sporları… Hayatım çok yoğun devam etti. Yaşadığım deneyimlerle, yaptığım tırmanışlarla ve kendimi diğer dağcılarla kıyaslama süreci sonucunda yeteneklerimin de dağcılıkta daha iyi gelişebileceğini öngördüm. Ve o dönemde de yüksek irtifa dağcılığı çok ilgimi çekmeye başladı. Tabii, yüksek irtifa denince 5000 metrenin üstü aslında ciddi yüksek irtifa. Nereden başlayacağım, nasıl başlayacağım bunları da bilmiyorum açıkçası. Fakat bir şekilde yine Bilkent Üniversitesi karşıma çok iyi bir fırsat çıkardı. Tam mezun olacağım sene bizim okula misafir matematik profesörü olarak gelen Dmitry Korotkin diye bir Rus hoca St.Petersburg Üniversitesi’nde Club Bars adında bir dağcılık kulübüne üyeymiş. Okulun bitmesine birkaç ay kala, onunla yaptığımız sohbetlerde, Club Bars’ın o yaz Kırgızistan’da antrenman ve eğitim tırmanışlarına gideceğini, arkasından 7010 metrelik Kantengi dağına tırmanış yapacağını öğrendim. Katılabilir miyim diye düşünürken çok ekonomik bir fiyata (500 dolar) bu programa katılma fırsatı yakaladım. Üniversitedeyken karar vermiştim Türkiye’nin ilk 8000 bin metrelik tırmanışını yapan dağcı olmaya. Benden önce 8000 metrelik dağları hedefleyen dağcı yoktu Türkiye’de. Ben de üniversitede bu spordan bu kadar keyif alınca yüksek irtifa dağcılığına odaklanmaya karar verdim. Dağcılıktan beklentilerime, anladığıma, yeteneklerime ve yaşadığım duygulara daha uygun geldi. Yine Dmitry sayesinde bu kapı önümde açıldı. Ardından Ruslarla tanışınca Kar Leoparı unvanı ile tanıştım. İki üç yaz boyunca kar leoparı unvanı ile uğraştım. Kar leoparı unvanını elde edince, ki 25 sene geçti üstünden daha tekrarı yapılmadı, bu sefer 8000 metrelik tırmanış için de özgüvenim yerine geldi. Dünyada 14 tane 8000 metrelik var ben en kolayına razıydım çünkü benim üniversitede koyduğum hedef Türkiye’nin ilk 8 binlik tırmanışını yapan dağcı olmaktı, ilk Everest’e çıkan dağcı olmak değildi. Tabii hayat fırsatlarla dolu. 7000 metrelik tırmanışlarım sırasında tanıştığım bir İngiliz ekibin ertesi sene Everest’e gideceğini öğrendim. Orada da şöyle bir karar vermiştim: eğer kar leoparı unvanını alabilirsem, bu ekiple Everest’e gideceğim dedim kendime. Ertesi sene de gittim onlarla. Her şey de yolunda gitti. Everest’e çıkan ilk Türk dağcı oldum, aynı zamanda dünyada Everest’e çıkan ilk Müslüman dağcı oldum.
4) İlk olmak size ne hissettiriyor?
İlk olmak beni çok mutlu ediyor, çok gururlandırıyor. Herhangi bir alanda en iyi olmak çok güzel bir şeydir ama enler her zaman eninde sonunda aşılır. Bir başkası gelir ondan daha iyi bir en yapar ve o sayede de zaten hayat evrilir, başarılar gelişir, rekorlar ilerletilir. Ama ilk olmak çok daha değerli bir şey çünkü sonsuza kadar, ilk olmak hep ilk sahibine ait kalır. Bir de ilk olmanın şöyle bir zorluğu var: Everest’ çıkan ilk dağcı olmakla ne bileyim 750. çıkan olmak arasında gelişen birtakım dağcılık bilgisi, teknolojisi, yüksek irtifa hakkındaki bilgi birikimleri ve gelişen malzeme tabii ki işi kolaylaştırıyor ama sonuçta her dağcı kendi fiziksel gücüyle ve zihinsel iradesi ile o zorlukları aşıp zirveye varıyor. Fakat ilk olabilmek için bütün fiziksel zorlukların ötesinde işin çok başka bir özel zorluğu olan psikolojik zorluğu aşmak gerekir. İşte o psikolojik zorluğu da herkes aşamaz. İlk olan kişi aslında kendisinden sonraki bu tür başarıları elde edecek olan kişilerin önünü de açan kişidir. O yüzden ilk olmak, en iyi olmaktan daha değerlidir.
5) Sadece Everest’e değil, Cho Oyu dağında Türkiye’nin en yüksek solo tırmanışını yaptınız. Çok zor ve tehlikeli olarak bilinen K2 dağlarına oksijen desteksiz tırmanış yaptınız. Bu kadar risk almak sizi korkutmuyor mu?
Ben profesyonel bir dağcıyım dolayısıyla yaptığım şeylere amatörce bakmıyorum. Seçtiğim her şeyi öncesinde çok dikkatli düşünerek, uzun dönem yaşam hedeflerimle ilişkilendirerek, bir amacı ve anlamı olduğu için bütün bu yolculuklara kalkışıyorum. Dolayısıyla o şekilde düşünmüyorum, öyle de bakmıyorum zaten. Sonuçta dağcılığın ne olduğunu çok iyi biliyorum: risklerini, tehlikelerini, nelerin başıma gelebileceğini, birtakım kombinasyonlar üst üste çakışırsa işin nerelere evrilebileceğini. Önemli olan, o tecrübe ile dağı, kendimi ve koşulları sürekli gözlemleyerek kararlarımı sürekli güncelleyerek hareket ediyorum. Tehlikeler de ortaya çıksa sonuçta o tehlikelerle de başa çıkmanın yolları var. Önemli olan o tehlikeler ortaya çıkmadan önce o tehlikelerden sakınmayı başarmak. Bazı durumlarda bunu başarmak mümkün olmayabiliyor. Orada da o krizi yönetmek için bütün birikime tecrübeye dayanarak yine o anlık gereken kararları verip insan kendini oradan çıkartmaya çalışıyor. Bu süre içerisinde tabii ki endişe, korku, kaygı gibi duygular dağcının aklına gelebilir ama önemli olan bütün bunları geride bırakıp tamamen mekanik bir problem gibi ele almak. O şartlar altındaki elimizdeki bütün imkan ve kabiliyetlerle birtakım kritik kararlar vermek gerekiyor. İşte o kritik kararları doğru verebilmek için de bu tür duyguları geride tutmayı başarmak lazım. Ama o tür duyguları yok saymak da olmaz. Onlar zaten sadece insanın gardını yükseltmesine ve daha dikkatli hareket etmesini sağlıyor. Bir bütün olarak bu süreçleri yönetip zor da olsa kolay da olsa tehlikeli ve ölümcül de olsa oradan nasıl çıkacağının yolunu buluyor dağcı.
6) Kendinize koyduğunuz hedefler her seferinde büyüyor mu yoksa birçok ilki yaşadıktan sonra hedefsiz kaldığınızı hissettiğiniz anlar oldu mu?
Hedefler bir yere kadar büyüyor elbette. İnsan kendisine uzun dönemli bir hedef seçiyor. Önemli olan insanın kısa, orta ve uzun vadeli hedeflerinin birbirini destekler nitekte olması. Biz önümüzdeki en yakın görünen hedefe bir adım yaklaştığımızda o bizi aynı zamanda uzun dönem yaşam hedeflerimize de bir miktar yaklaştırmalı. Dolayısıyla hedefler tabii ki bir yere kadar büyüyor ama bunun da bir sınırı var. Mesela benim için K2 Dağına tırmanmaktı o hedefin sınırı. K2 dağına tırmandığım zaman oksijen desteksiz olarak tırmandım ve Türkiye’nin en yüksek oksijen desteksiz tırmanışı oldu. O beni gerçekten çok tatmin etti çünkü uzun yıllar hayal ettiğim bir şeydi ve hep merak ediyordum acaba ben bir gün K2’ye tırmanabilecek kadar iyi bir dağcı olabilecek miyim diye. Onu başardığımda bir rahatlama duygusu yaşadım gerçekten ama hedefsiz kalmak gibi bir duygu yaşamadım. Hayat çok boyutlu ve dağcılık, hayatımın sadece bir boyutu. Onun dışında da birçok aktivitede bulunuyorum. Onun dışındaki şeylere ağırlık verdim ve odaklandım. Mesela, motosiklet seyahatlerimden, kitap yazmaktan, fotoğraf çekmekten ve bunları paylaşmaktan da en az dağcılıktan aldığım keyif kadar keyif alıyorum. Hiçbir zaman şimdi ne yapacağım gibi bir duyguya kapılmadım. Yaşamdan zevk alıyorum zaten. Yaşamıma renk katmak ve mutlu olmak için bütün bunları yapıyorum. O yüzden bu tür duygulara kapılmıyorum.
7) Türkiye’de doğa sporlarına çok fazla ilgi duyulmuyor. Böyle bir coğrafyada ilginin az olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında Türkiye’de doğa sporlarına çok güzel ilgi duyuluyordu. Fakat ne yazık ki ülkedeki yaşam şartlarının zorlaşması, ekonomik, siyasi ve sosyal koşulların insanların yaşamlarının önceliklerini değiştirmek zorunda bırakması bunu da etkiledi. Türkiye’de özellikle 15-20 senede öncelikler değişti ve birçok insan bunları yapabilecekken yapamadı. Algılar ve kültür değişti ve bu maalesef olumlu yönde değişmedi. Benim dönemimde, ben Bilkent’te okurken Türkiye’de müthiş yüksek potansiyelli bir genç kitle vardı. Sadece dağcılıkta değil, mağaracılık, yamaç paraşütü, dalış ve bütün doğa sporlarında. Bu potansiyelin devamı getirilemedi, özellikle de Türkiye’nin siyasi ikliminden ve yaşam şartlarının değişmesinden dolayı. O dönemlerde çok meraklı ve üretken ekipler vardı ancak devamı gelmedi. Onların sayısının artması yaptıkları şeyin kalitesinin artmasını ve yeni ekiplerin onlara katılması beklenirken bir kısmı ayakta kaldı ve en güzel şekilde devam ettiler. Ama aslında daha fazlası olması gerekirdi ama o daha fazlası olamadı ne yazık ki.
8) Nasuh Mahruki denince akla AKUT geliyor. Kurucularından olduğunuz AKUT, özellikle Marmara Depremi’nde çok önemli rol oynadı. Orada şahit olduklarınızdan ve depremin sizdeki izlerinden biraz bahsedebilir misiniz?
Açıkçası bunları pek aklıma getirmek istemiyorum. O dönem gerçekten Türkiye tarihinin en zor dönemlerinden biriydi. Biz de, o dönemde üstümüze düşeni yerine getirdik. Tabii çok travmalı bir süreç… 18.000 civarında insan yaşamını kaybetti. Türkiye 45 saniye içerisinde on milyarlarca dolar para kaybetti ve bu yaralarını çok uzun yıllar saramadı. Çok ders çıkarmamız gerekirdi ama o dersleri de doğru düzgün çıkaramadık maalesef. Deprem süreci ile bir tane makale yazdım sadece tek bir makale yazdım. Orada da Gölcük’te bir çocuğu kurtarmak için 35 saat çok büyük bir mücadele verdik. O sırada da arada başka yerlerden birilerini çıkartıp tekrar o 35 saatlik mücadeleye devam ediyorduk. Bu çok hırpalayıcı bir süreçti benim için. Oradaki süreci anlattım. “Bir çocuğun hayatını kurtarırken başka hayatları kaybettiğini bilmenin dayanılmaz baskısı ile yaşamayı öğrenmek” gibi uzunca bir başlık koydum konuyu çok iyi anlatması için. Ne olursa olsun orada kendini parçalayıp mücadele etsen de sorunu çözmeye gücün yetmiyor, ancak küçücük bir kısmını çözüyorsun ve o süreçte de biliyorsun ki kurtaramadığın birçok insan da var orada. Onu bilmek büyük bir baskı insanın üzerinde. Burada insanı iyi hissettiren tek şey elinden gelenin fazlasını yapmış olduğunu bilmek.
9) Ayrıca kitap yazıyorsunuz. Şu anda yayınlanmış yedi tane kitabınız bulunuyor. Kitap yazmaya nasıl karar verdiniz?
İlk 7000 metrelik tırmanışıma gittiğimde tek başıma gittim. Tek kelime Rusça bilmiyordum ve birlikte olduğum ekip bir kelime İngilizce bilmiyordu. Çat pat anlaşmaya çalışıyoruz tarzanca. O sırada kendimle çok baş başa kaldım. Zaten karar da vermiştim günlük tutacağım diye. O günlüğe her gün olanları yazmaya çalıştım: duygularımı, düşüncelerimi ve o gün yaptıklarımızı. Günün sonunda da bir dağcının güncesi ortaya çıktı. 24 yaşımda yazdım ve ilk kitabım oldu. Müthiş keyif aldım. Kitabım ilk çıktığında kitapçılarda burnumu cama dayayıp kitabımı seyrediyordum. Arkası da geldi zaten. Paylaşmak zaten sürecin tamamlayıcısı. Üniversitede okurken de söyleşi ve fotoğraf gösterisi yapıyordum. Gittiğim gezdiğim yerleri insanlara anlatıyordum. Daha sonra onlar yazıya dönüştü.
10) Son kitabınız “Kendi Everest’inize Tırmanın” aslında bir kişisel gelişim kitabı. Sizin Everest’iniz neresi?
Everest bir tane değil aslında, insanın hayatının her alanında Everest’leri olmalı. Sosyal hayatında, entelektüel hayatında, hobilerinde, kariyerinde, aile hayatında… Hayat ne kadar katmanlı ve boyutlu ise o kadar da Everest olmalı. Hepsinde kendi potansiyelimin doruğuna ulaşmaya gayret ediyorum. Yazılarımda ayrı, tırmanışlarımda ayrı, fotoğraf çekerken ayrı, paylaşırken ayrı. Önemli olan insanın yapabileceğinin en iyisini hayatının her alanında her zaman yapmaya çalışıyor olması.
11) Son olarak, çok seyahat eden biri olarak sizce mutlaka gidip görülmesi gereken yerler nelerdir?
Her yer. Bu dünyada yapılacak en akıllıca şey seyahat etmektir. En yakın coğrafyadan başlayarak da olur, biraz daha egzotik coğrafyalara gitmek daha güzel olur ama sonuçta herkese seyahat etmesini öneririm. Hepimiz gezegenin çocuğuyuz. Gezegenin farklı coğrafyalarında farklı şekilde evirilmiş insanlar topluluğuyuz. Seyahat edince insan şunu görüyor: kimseyi eleştirmemeyi, kimseyi ötekileştirmemeyi, herkesi olduğu gibi kabul etmeyi ve insanların kültürlerinin, inanışlarının o şekilde olmasının aslında yaşadıkları coğrafya ve iklimle doğrudan bağlantılı olduğunu. Bu tabii ki kendi hayatı ile ilgili de birtakım sorgulamalara girmesine yol açıyor. Ve insanı özgürleştiriyor, aslında bir dünya vatandaşı haline getiriyor. Herkesi ve her şeyi olduğu gibi kabullenip sevmeyi de beraberinde getiriyor. O yüzden seyahat etmek yapılabilecek en akıllıca şeydir.
Nasuh Bey’e bu keyifli röportaj için çok teşekkür ediyorum.