Yoktu hayallerini koydukları yerde o umutlar, o eski tat; asla eskisine benzemiyordu hiçbir şey… Araya giren sözler oldukça, insanlar uzaklaşıyordu hep, bilerek ya da bilmeyerek… Yapılan hatalar için herkes karşı tarafı suçlarken, mahkum, “aşkı aramaya çalışmak”tı belki de… Zalim sarkaçların vurup durduğu yürekler açılmamalıydı çoğu zaman; çünkü onlar ölüm kokardı. Kan kokardı, yıkım kokardı; yağmur yağmazdı kalplerin ormanlarına… Küçük bir yol, balta girmemiş bir ormana ne kadar uğrayabilirse, aşk denen o zalim oyunda o yüreklere o kadar sokulabilirdi… Kirliydiler, çirkindiler, yoksundular belki yoksuldular ama denemekten korktuklarında bilirlerdi aslında yapılması gerekenin bu olduğunu.

Aşk denen o oyun ölümdü hep, sonu yoktu; ya da yokuştu, öldürürdü sonunda o kelime oyuncuları, birer avcı misali avlardı hepsini teker teker… Ne kraldı oyunu kazanabilen ne de avam tabakasından biri, çünkü aşk her kalbi kırmaya yetecek kadar güçlü bir avcı, her yüreği kanla boyayabilecek kadar yırtıcı bir hayvandı. Ve ne varsa hep sonunda o dipsiz uçurumlardan, kuyulardan vardı. İnsan oraya bir düştü mü çıkamazdı.

Bazen oyuncular arasında aşk olmaması değil de, oyunculardan birinin karşı oyundakilerden birine “aşk” demesi bozardı oyunu. Mızıkçılık küçücük ellere ne kadar kirli sonuçlar yüklerse, karşı oyuncu da kalpleri o kadar kirletirdi işte. Aşk aranmadığı zaman bile oyun yakın devam etsin istenirdi ya çoğu zaman, yine de oyuncular giderek kaçarlardı birbirlerinden; çünkü yakın olmak tehlikeliydi, öldürürdü, kanla boyardı yorgun ve yaralı kalpleri. Ve ne varsa hep birbirinden uzak diyarlarda yaşayan bir prens ve bir prenses vardı, masallardakinin aksine mutlu sona kavuşmak yerine, zehirli akreplerin olduğu kuyularda boğulan. Üstelik beraber bile değillerdi, nasıl olsunlardı, prens de gitmek isterdi prenses de… Sadece yükümlülüktü belki de onları birarada tutan.

Soğuktu yalnızlık. Yanlıştı, yapış yapıştı, kanlıydı, kirliydi… İsli kıyafetlerle sisli yollarda yürürken duyulan o kekremsi koku gibiydi. Hayat baştan ayağa yanlışlıklar üzerine kuruluymuş hissi verirken, aşık olmayan prenses kaybetmekten dolayı bir kere daha yorgunluk ve pişmanlık içindeydi. Ama alışkındı kaybetmeye, oyunları hiç kazanamamak gibi bir sorunsalı vardı. Çünkü kirliydi kalbi, kanla boyalıydı nasıl kazansındı? O kan simsiyah katrandan bile daha karaydı.

Kara kara yengeçlerin yuva yaptığı bir kalbi vardı prensesin, her gece farklı bir akrebin zehrini akıttığı… Her gece affedilmek, yeniden sevebilmek için yakarışlarını sessiz çığlıklarla duyurmaya çalıştığı dudakları vardı, herkesin öptüğünü sandığı ama gerçekte kimseye ait olmayan… Elleri vardı, mayın yüklü tarlaların topraklarından daha verimsiz ve kurak, herkesin dokunduğunu sandığı ama karanlığın içinde yapış yapış soğuktan başka bir şey algılayamayan…

Ama bir de prensesin aklında sorular vardı. Bu defa oyun güzel başlamıştı neden gene aynı karanlıktaydı? Gözleri bir an için ışığa bakmıştı, neden gene aynı soğuktaydı? Bir an için sıcaklığı görmüştü, neden gene sessizlikteydi? Bir an için kulakları bir melodi duyduğunu sanmıştı neden GENE YALNIZDI?! Neden sonu hep böyle bitmeliydi?

Neden geçirdiği yarım senelik büyük yalnızlık yetmemişti, neden hala ceza çekmeliydi bir türlü anlamıyordu. Çünkü yalnızdı işte… İçten içe bunun farkındaydı… Çünkü yalnız olmak zorundaydı. Çünkü bu kadar kırık ve kirlenmiş bir kızı, prenses de olsa, kimse istemezdi. Nitekim o da prenses değildi zaten, hiç olmamıştı. Nası olsundu ki ne kral babası vardı onu yeterince seven ne de kraliçe annesi sadece onu düşünen… Ne de bir prensi… Yalnızdı o bu yolda, hatta yol bile olmayan bir ormanda yalnızlığa mahkumdu.

Çünkü onun aşk patikasının geçemeyeceği bir kalbi, kanla kirli elleri, zehirle dolu aklı, tehlikeli gözleri vardı. Ama en önemlisiyse, sırtında bir kambur gibi taşıdığı yalnızlığıyla baş başaydı. Çünkü onun giden insanları vardı… Nasıl olmasındı ki? Çünkü kimse onu yanında götürmez, herkes giderdi…

Leave a Reply