Çoğu insan aşkın yaşamadan öğrenilebilecek bir şey olmadığına inanır. Bu inancın altında, her aşkın tek olduğu düşüncesi; biraz da herkesin, kendi aşkının en büyük olduğuna inanması bencilliği yatar bence. Yıllarca izlediğimiz tüm aşk filmlerinin, dinleyip içlendiğimiz aşk şarkılarının, okuduğumuz tüm aşk kitaplarının ve aşk şiirlerinin, biz farkında olmadan beynimizde şekillendirdiği “aşk” hayalinin; maşukumuz gelmeden çok önce oluştuğunu kabul edemeyiz nedense. Tüm mutlu sonlar, yağmurda yürümeler, bir sahil kasabasına yerleşip herkesten uzaklaşmayı istemeler, aslında önceden oluşturulmuş bir romantik taslaktır sadece. Sonra bir gün, biri gelir ve hayallerimizde yüzü bulanık karakterimiz yerine geçer. Her şey tamamlandıktan sonra aşk sanrısı giderek büyür ve küstahlaşır. Atalarını, onu aslında yaratan her şeyi ezip geçer.
‘Bir kitap okudum ve hayatım değişti’cilerden olamadım hiçbir zaman. Hayatımı kökünden değiştirecek o kitabı arayarak, belki de binlerce kitap okudum yıllarca. Her biri hayatımın başka bir döneminde, başka bir parçamı etkiledi; belki de değiştirdi. Ben, roman seven biri oldum hep; şiirin özlüğü benim için yeterli olmak bilmedi hiç. Şairlerin denemelerini okudum mesela. Cümlelerin yan yana uzayıp gittiklerini görmeden içim rahat etmedi. Sonra, İkinci Yenicilerle tanıştım. Diğer insanların aklında yaptıklarını bende de yaptılar; darbe yaptılar aklıma, ele geçirdiler, tersi düz, düzü ters ettiler, bildiklerimi unutturup, yerine renkli, ılık, sahici şeyler koydular. Hepsinden ayrı bir şeyler öğrendimse de, en çok Cemal Süreya’yı dinledim. Artık aşk diyip yaşadığımız sürecin, hali hazırda beynimize yerleştirilmiş film ve kitap sahneleri olduğunu bilerek okuyordum. Cemal Süreya’nın şiiri her seferinde ayrı şaşırttı beni. Bazen iki satırla anlattı bir yılda yaşayabileceğim her şeyi. Cemal Süreya, çok seven; yani sevince sınırsızlaşabilen bir adam. Onu okurken düşünebildiğim tek şey : “Bunları yazan biri, acaba neler hissetmişti?” oldu hep.
Bir kitap düşünün; bu ulu adam tamamen savunmasız. Bir kere okuyucusu için yazmıyor, tavlamaya çalışmıyor, sadece âşık değil; bu defa endişeli ve hatta korkmuş; çünkü karısı Zuhal’i, “hayatı”, hastaneye yatmış. Cemal Süreya, oğullarıyla kalmış evde. On üç günlük bir bekleyiş ve hasret var, bahsettiğim bu kitapta. On üç gün, Cemal Süreya’nın karısı Zuhal Hanım’a yazdığı mektuplar. “Aşk mektupları bir tür yazılı sevişme” diyor Süreya. O kadar şahsi, o kadar gizli ve o kadar mahrem. Biz bu mahremiyeti ellerimizde tutuyoruz işte. Hep merak ettiğim, Cemal Süreya şairlik kalemini bıraktığında nasıl bir hayat yaşar sorusu, cevap buluyor sayfa sayfa. “Sevmek ne uzun kelime” diyor. Önce anlamıyorum. Kabul etmek zor gelse de; aşk hakkında yazılıp çizilen tüm o sözlerin nafile olduğunu düşünüyorum, hatta Cemal Süreya şiirlerinin bile. Bir tek okuduğum bu mektuplar sahici geliyor bana. Zaten kendi de “… aşk sözcüğünü de biraz eksik buluyorum şu senle ben arasındaki ilişkiye. Daha büyük, daha sağlam bu bizimki. Aşk onun içinde sadece bir kısım galiba.” diyor. Anlıyorum. Anladığımı sanıyorum. “Yüzüğünden öperim.” diye bitiriyor bir mektubunu Süreya. Bu naiflik ve yüzüğün getirdiği bu hakikilik ağır geliyor bana, eziliyorum bu cümlenin altında.
‘Aşk öğrenilen bir şey değil’ diyen ben artık bir ders kitabı gibi tutuyorum Onüç Günün Mektupları’nı. Öğretmenim anlatıyor, ben her sayfada daha iştahla okuyorum. “Aşklar da bakım istiyor, öğrenemedin gitti” diyor. Utanıyorum bunu bir türlü öğrenemeyen benmişim gibi. Öyleyim belki de. Öğrenemedim gitti. Bazı cümleleri o kadar tanıdık geliyor ki, bu kitabı ilk defa okumamış olsam, emin olabilirim daha önce duyduğuma. En esaslı romancıların tasvirlerinden daha iyi anlatıyor bazen Süreya. “Sana rastlamak mutluluktu; sana sahip olmak başka bir şey, başka bir ad bulmak gerek; “içine taşınması” gibi bir şey insanın.” Emin oluyorum sonra, yaşadığımız şey; yani aşk, ortak bir şey aslında. Hepimizi bir yerden alıp başka bir yere savuruyor en nihayetinde. Yerle bir ediyor, yakıp yıkıyor hayatımızı ve tüm bunlar olurken biz “içimize taşındığımızdan” görmüyoruz bile olanları.
Rüya gibi geliyor bu kitapta anlatılan aşk, ancak kurulabilecek bir hayal, diyorum kendi kendime. Bir o kadar da gerçek her şey. Geçim sıkıntısı, evlilik, akrabalar var çünkü bir tarafta. Tıpkı kendi hayatlarımız gibi, aşkımızla izole ettiğimiz büyük bir yaşam var doludizgin akan. Kimseler dokunamıyor zaten o yaşama. Sadece tanıklık ediyorlar. Aşk filmlerinden, romanlarından, şiirlerinden ve şarkılarından farklı bir sahicilik bu. Çok aşık olmak gibi bu kitap. Sanki içinize tutulan bir ayna. Bazı cümleler, düşüncelerinizin ta kendisi. Benim aklımdakileri nasıl bire bir anlatabiliyor, diye şaşıracağınız on üç mektup. Daha şaşırtıcı olansa, kitap bittikten sonra, esaslı bir aşkın nasıl olduğunu görmeniz, öğrenmeniz.
Yapı Kredi Yayınları, Zuhal Hanım’ın mektuplarını ve mektupların, Cemal Süreya’nın “Türk Dil Kurumu’nun 40. Yılı” için verilen ajanda sayfalarına yazdığı el yazısı hallerini de ekleyerek yayınlıyor. Tek yapmanız gereken Onüç Günün Mektupları’nı almak, yayınladıkları için Yapı Kredi Yayınları’na, mektupları verdiği için Zuhal Hanım’a ve bu kadar güzel sevdiği için Cemal Süreya’ya minnettar kalmak.