Oğuz Atay denildiğinde hemen herkesin aklına, elbet, Tutunamayanlar gelir. Tutunamayanlar öylesine bilinir ve öylesine benimsenmiştir ki, Oğuz Atay gibi büyük bir yazarın diğer eserlerini unutturacak kadar sık zikredilir ismi. Pek çok insanın okurken tutunmayı başaramamasıyla da bilinen, 724 sayfalık bu roman, kazandığı bu efsanevi ünü hak ediyor olsa da; diğer Oğuz Atay eserleri, Tutunamayanlar’ın gölgesinde kalıyor.
Kıyıda köşede kalmasını bir türlü sindiremediğim ve şahsen Tutunamayanlar’dan daha güzel olduğunu düşündüğüm bir roman Tehlikeli Oyunlar. Bir yazarın, kendi yarattığı dünyanın Tanrısı olması kaçınılmaz bir gerçek belki; fakat her yazar bu ilahi gücün getirdiği ilahi iç görü ve kavrayışı kitabına taşıyamıyor. Tehlikeli Oyunlar’ın da tutunamayan bir baş karakteri var: Hikmet Benol. Oğuz Atay, öyle anlatıyor ki Hikmet’i bize, Hikmet’in dilinden; sayfalar arasında kaybolurken Hikmet’e dönüşüyoruz. Hikmet’in derdi bizim derdimiz oluyor, Hikmet’in bitmek bilmeyen iç mücadelesi, bizim içimizde fırtınalar estiriyor. Hikmet Benol yoruldukça biz de yoruluyoruz, o sevdikçe biz de seviyoruz ve hatta daha çok seviyoruz. Hikmet gibi görüyoruz, Hikmet gibi sesleniyoruz. Oğuz Atay, bizi Hikmet’e inandırıyor. Kitabı elimizde taşırken bile, kurgu olduğu bilincine sahip olamıyoruz. En başarılı romanların bile, kurgu olduğunu hatırlatan bu fiziksel engel, Tehlikeli Oyunlar’da yok oluyor. Kitap aklınızda, siz kitapta eriyor; yeni bir varlık ve benlik oluşturuyorsunuz. Bu yepyeni benlik, yepyeni bir bilinç ve kavrayış getiriyor: Hikmet’in kavrayışı. Cümleler, paragraflar, bölümler o kadar ustalıkla ve emekle kurulmuş ki, hiçbir cümlenin eksik olması ihtimali bile düşünülemiyor.
Oğuz Atay, Hikmet’in derisini adeta şeffaf kılıyor ve biz sayfalara baktıkça Hikmet’in içini ve ruhunu görebiliyoruz; ona dokunuyoruz kitabı elimizde tuttukça, Hikmet’in sayfalarını çeviriyoruz, Hikmet’in duygularına değiyoruz. İki büyük aşkına şahit oluyoruz, yıkılışlarına ve toparlanmaya çalışmalarına, zaferlerine ve kaçınılmaz yenilgilerine, pişmanlıklarına, insaniyetine, hassaslığına, güçsüzlüğüne; belki en çok da güçsüzlüğüne şahit oluyoruz. Kitabın çok acı bir tarafı var, nereden geldiğini bilemediğim. Belki de bu güçsüzlüğü iliklerimize kadar hissettirdiği için, zehir gibi acı bir kitap Tehlikeli Oyunlar. Oğuz Atay, kitabı acı versin diye kurgulamadıysa da, hakikiliği can yakıyor. “Bir zamanlar seni sevmiştim.” diyor Hikmet, “ve sevgiyi senin suretinde yaratmıştım. Bu kalbin birini sevmeye ihtiyacı vardı. Ve sen bunu anlamadın. Ve bana eziyet ettin. Ve eziyet ettiğini bilmedin.” Oyun oynadığını biliyor Hikmet ve oyunların sahiciliğini. Bu yüzden dürüst, bu yüzden yakıyor cümleleri. Kendinin, dünyanın, dünyanın ne kadarını kendinin yarattığının, ne kadarının onun elinde olmadığının farkında. En azından, farkına varabilmek için; kavrayabilmek için yola çıkıyor Hikmet. Bir Albay’ı var, ev sahibi aynı zamanda. Bazen akıl hocası, bazen dert ortağı, bazen beraber çalıştığı ve bazen yaratıcısı oluyor Albay’ın Hikmet Benol. Hikmet, gerçekle oyun arasındaki çizgide yalpalayarak yürürken ve gerçeklerle oyunların ne kadar aynı olduğunu görürken, bilinci de bu çizginin bir gerçek tarafına devriliyor bir oyun tarafına; fakat Oğuz Atay öyle yazıyor ki, okuyucusuna Hikmet’i giydiriyor, yalpalayan bilinç de okuyucusunun bilinci oluyor aslında. Sanrılar gördürüyor okuyucusuna ve okuyucusunu aklını yitirme sınırına itiyor. Romandaki bir cümle, romanın içinde bir başka roman olabiliyor. Cümleler kendi dünyalarını ve hikayelerini yaratıyor. Tek başlarına da var olabilecek kadar yoğun ve özgürler.
Gerçekle oyun birbirine girdikçe, gerçekten kaçışla oyuna varış da aynı şey halini alıyor. “Artık sanki yaşamıyorum, yaşayan birini seyrediyorum; daha önce bildiğim romanı okur gibiyim. Bir roman, kendini okumaya başlasaydı herhalde bu kadar sıkıcı bulurdu kendini…” dedirtiyor bir karakterine Atay.
Her sayfası, her cümlesi ayrı dokunsa da içime, Hikmet’in aşık olduğu Bilge’ye yazdığı bir mektup, belki bir daha asla unutmayacağım şeyler yaşatıyor bana. Hikmet’in pişmanlığı ve kaybetmişliği, sanki bundan sonra hep içimi ezecek. “Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi Bilge, aklını başına topla. Ben iyi değilim Bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa, arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim.” diyor Hikmet. Salt dürüstlük, tüm ağdalı duygu tariflerden ve söz oyunlarından üstün geliyor. Her oyuncu gibi, hem rolüne razı oluyor hem senaryoyla savaşıyor. Oğuz Atay da biliyor: “Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan. Ama bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor.” Kendine kıyamıyor insan ve geri kalmaya tahammül edemiyor. Hep arada, hep ikilemlerle boğuşuyor. Zaten Tehlikeli Oyunlar’ı okudukça yorgun düşmesi bundan okuyucunun, Hikmet’le beraber boğuşuyor çünkü. “Sevmesini bilmeyenler, kaderlerine razı olmalıdırlar.” diyor Hikmet. Onun rolü sevmesini bilmeyenlerden, yapacak bir şeyi yok; biliyor.
Kendi rolünü öğrendikçe, Hikmet bütün oyunların aynı sona sahip olduğunu anlıyor. Mutlakiyetten kaçarken, gerçeğin yüküyle ezilen, oyunlara, bilhassa tehlikeli oyunlara tutunamayan herkes gibi, afallıyor Hikmet. Düşüyor, koşmaya çalıştıkça düşüyor. “Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum.” diyor, koşmak ve kaçmak istiyor tehlikeden ve oyunlardan; ama düşüyor, Hikmet hep düşüyor.