Ankara’nın en büyük ve en eski iki tiyatro sahnesinin bulunduğu binanın satışa çıkarıldığını öğrendim dün annemle gittiğim bir oyunun öncesinde. Annem çocukluğundan bir pencere açıp kendini izlemeye başladı. O sahnelerde izlediği ilk oyunları tekrar tekrar izledi çocukluğun saflığıyla. Akün ve Şinasi Sahneleri’ndeki oyunlarla büyümüşlerdendi ne de olsa.
Çok olmadı ben tiyatronun büyülü dünyasını keşfedeli. Sanki çok uzun zamandır aradığım bir dostumu bulmuş gibiyim şimdi; yirmi senelik birbirimizden uzak kalmışlığın acısını çıkarmaya çalışıyorum elime gelen her fırsatta ziyaretine giderek. Onun canını yakmaya çalışan ise, en büyük düşmanım benim.
Henüz yirmilerimdeyim, yaşım küçük ama on sene öncesinin Türkiye’sini hatırlamayacak kadar değil. Saatin her tik takıyla, her takvim yaprağının kopmasıyla elimizden kayıp giden bir başka hakkı gözlerimde yaşlarla izliyorum yıllardır. Duymayı unutuyoruz susturuldukça konuşanlar. Konuşmayı unutalı zaten çok oldu. Görmenin de hükmü çıkar yakında, evinden dışarı adım atmıyor çok zamandır. Sizin anlayacağınız despotluğun üç adımı tamamlanmak üzere; görmedim, duymadım, konuşmadım diyenlerin sıraya dizilmesiyle. Bunu kabul etmeyi öğrendim artık ama o gece kalbim sızladı hayallerimi alacaklarını duyunca ellerimden.
Size, elimde öyle bir güç var ki, zamanda yolculuğu, beden değiştirmeyi mümkün kılıyor, o kadar göz alıcı ki varlığında başka hiçbir şey görmüyorsunuz desem, gülüp geçer misiniz bana deli gözüyle bakıp? Yalnızca bir kere bile tiyatroya gitmişseniz hayatınızda, yapmazsınız. Onun yerine babasının hayaletini görüp öcünü alma tutkusuyla yanıp tutuşan bir prens gelir gözünüzün önüne. Gökyüzüne bakarsınız uçup giden hayaletin arkasından. Sonra irkilirsiniz eşek kafasına karşın peri kraliçesinin aşkını kazanmış bir köylünün anırmasıyla. Dönüp baktığınızda ona, çoktan derinliklerinde kaybolmuştur ormanın. Onun yerini ruhunun güzelliğiyle bedenin çirkinliğinin, sahibinin hiç de hak etmediği bir tezat oluşturduğu Fransız bir yazar almıştır. Mektuplarında yaşatır o aşkını, yüzünün gölgesinden uzakta.
Duyunca sahnelerinin ellerinden alınacağını, korkuyla kaçışırlar yüzyıllar öncesinden gönderilmiş elçiler, sokağa atarlar kendilerini. Korkarlar yok olmaktan anlatamazlarsa hikayelerini, ilan edemezlerse aşklarını, sırtından bıçaklayamazlarsa halkına acı çektiren krallarını. Ama bilirler ki tiyatro bomboş kalsa da perdenin arasında saklı bir şarkı, pervaza sinmiş bir tirad vardır. O tiyatroyu yıkıp yerine otel yapmak isteyenlere verilmesi gereken tek cevap ise perdeyi aralayıp, o tiradlardan birinin nefes almasına izin vermektir. Cyrano’nun yanında durup “İstemem, eksik olsun!” diye bağırmaktır.
Kelimeler yetersiz kalır da alınırsa elimizden rüyalar, hayaller; bir zamanlar misafirlerinin yüzüne gülücükler konduran sahipleri, tutsakları olacaktır o binaların. Hayal edemeyenlerin diyarı Ankara’ya gelip de o otelde kalanlar ise seslerini duyacaktır gün ağardığında temizleyicilerden kaçmış, yerlerine kaçışmış repliklerin.