Haziran ayının ilk akşamında konuk şef ve konuk sanatçı olan Gilbert Varga ve Pierre Laurent Aimard mükemmel bir birlikteliğe imza attılar. Salonda boşluklar ne yazık ki yine vardı ama galiba eylemler yüzünden bazı sanatseverler konsere iştirak edemediler. Şef Gilbert Varga, asil bir şekilde sahneye çıktı ve yerini aldı. Daha parçaya başlar başlamaz, saçının müzik ile hareketlerinin ahengini farkedebiliyordunuz. Tabii Aimard’ın müzik yükeldikçe yerinden sıçraması, başını ileri geri hareket ettirmesi de ayrı bir seyir keyfi yaşattı.
İlk bölüm, Johannes Brahms‘ın Piyano Konçertosu No.1 , Re minör, Op.15 idi. Brahms 19. yüzyılın belirsizliklerini ortadan kaldıran biri idi. Bu yüzden araştırmalar yapmış, bir sürü eser ortaya koymuştu. Eseri anlamak için Brahams’ın çok boyutlu dünyasını kavramak ve onun neo-klasik yaklaşıma sahip olmadığını bilmek gerekiyordu. Eserde yer yer Mozart ve Beethoven’ın etkileri net bir şekilde hissediliyordu. Özellikle Si-bemol-major arasındaki çok boyutlu ilişki bana ve sanatseverlere Beethoven’ın 9. Senfonisi’ni anımsattı. Ayrıca eser, duygusal açıdan çalkantılı bir dönemin fırçalarından oluşmuştur.
İkinci kısımda birbirinden değerli iki parça vardı; La Damnation de Faust: Rakoczy March(Macar Marşı) ve Bacchus et Ariane Süit No.2, Op.43. İlk eserin bestesini yapan Hector Berlioz, Fransa’nın siyasi olarak karışıklıklar içinde bulunduğu bir dönemde doğdu. Çağın ruhuna uygun olarak kendisi tam bir romantik bestecidir ki eserlerine bunu çok güzel bir şekilde yansıtmıştır. Macar Marşı’nı dinlerken baharın coşkusunu ve yalnızlığı hissedip, Berlioz’un kahramanlıktan uzak, gerçekle tüm çıplaklığı ile yüzleşme isteğini duyduk. İkinci eserin bestecisi ise Albert Roussel, Fransa’nın en ünlü bestecilerindendi ve eserinin döneminin neo klasik akımına uyduğu çok net bir şekilde anlaşılıyor.
Sonuç olarak, ülkemin bu buhranlı döneminde sanat adına güzel şeyler olması sevindirici idi. Müzik sizinle olsun sevgili okurlarım.