Dikkat: Bu yazı filmi henüz izlememiş olanlar için olumsuz detaylar içerir.
28 Ekim Cuma günü, ilk günkü gişe gelirlerinin deprem yardımı olarak Van’a gönderileceği yanılgısıyla vizyona girdi “Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm” . İlk gün değil de sadece 12.00 seansının gelirlerinin gönderileceği açıklanınca da kıyamet koptu, sosyal medya ve yazılı basın dilinden düşürmedi bu “ayıbı”. Yapımcılar, ortadaki yanlış anlaşılmanın kendilerinden kaynaklanmadığını dile getirip özür dileseler de çok fazla kişi ikna olmuş gibi gözükmüyordu.
Emrah Serbes’in ikinci kitabı “Son Hafriyat” romanından uyarlanan film, dizi takipçileri için, hem de bu kadar ara verilmişken, ilaç gibi gelmiş olmalı. Öte yandan diziyi takip etmeyip sadece sinemada filmi izleyeyim diyenler içinse birçok muamma içeriyor. Lakin dizinin akışı içerisinde filmin zamanını tam olarak nereye koyacağımızı bilemediğimizden, bazı noktalarda diziden bağımsız olmayı başarabilmiş gibi duruyor.
Filmi 3 Kasım Perşembe akşamı hiç de azımsanmayak büyüklükte bir salonda, hem de çok az kişiyle izleme şansı buldum. Diziyi ilk çıktığı günden beri takip eden “fanatik” kitleye mensup olduğumdan mıdır bilinmez, filmin çoğu yerinde sinemada olduğumu unuttuğumu fark ettim. Ara sonrası yaşanan kısa süreli aksaklık bile önemsiz bir detaydı fikrimce. Sansürsüz bir Behzat Ç. izlemenin tadı bambaşkaydı her şeyden önce.
Polisiye öncesi işleriyle bir hayli göz doldurup hatırı sayılır bir kitleye hitap etmeyi başaran yönetmenlerin, eleştirmenler tarafından hiç de olumlu karşılanmayan vasat filmlerine aşinayız hepimiz. “Ejder Kapanı” ve “Av Mevsimi” bunun en net örnekleri sanırım. Hollywood polisiyelerinde görmeye alışık olduğumuz sahneleri sırf altta kalmamak adına hikayeye entegre etme çabaları ne yazık ki Behzat Ç.’de de vardı. Cinayet Büro’ya tahsis edilen yeni arabayla yaptıkları kazaya hiç ama hiç anlam veremedim örneğin.
Film boyunca attığım onca kahkahaya rağmen samimiyetle söylebilirim ki Redkit ve etrafında dönen hikayeden çok daha şahane ve bir iki bölümde de bitirmeye gerek kalmayacak kadar malzeme çıkarılabilirmiş gibi düşünüyorum. Kim bilir belki dizideki Ercüment karakterini dengeleyecek bir suçlu hikayesi gibi de kabul edilebilirdi Redkit’inki.
107 dakikaya sığdırmak için mi yoksa filmin temposu illa ki dizininkinden daha yüksek olsun gayesiyle mi anlayamasam da film bana gereksiz hızlı ve sıkıştırılmış geldi. Sahneler arası geçişler çok kopuk ve bütünü bozan türdendi. Film sayesinde tanıştığımız karakterlerin hikayeye dahil olmadan önceki yaşantıları ve hikayenin akıp gittiği zaman arasındaki ilişkiden bahsediyorum aslında. Mesela Songül karakteri; Songül’ü ilk gördüğümüz an onun hakkında çok az ama kesin yargılara kapılmamızı istiyorlar gibi; Amerika’da eğitim görmüş, başına buyruk, tuttuğunu koparan bir kadın. Songül’ün karakterindeki bu baskınlık bize hiç de uzak değil, dizideki Savcı’yı hatırlatıyor gibi. Ama aynı Songül’ü bir iki sahne sonra rakı sofrasındaki Songül ve hatta eve geldiklerindeki Songül yapan şeyin ne olduğu hakkında hiçbir fikrimiz yok. Bu yüzden, buradaki yakınlaşma sahnesinin çok gereksiz bir detay olduğunu düşünüyorum. Nedense bana Gönül ile Savcı Esra çekişmesindeki rolünü Songül’e bırakmış çaresiz bir Savcı varmış gibi geldi, her şeyin farkında ama bir adım bile kıpırdayamayan, çaresiz ve bir o kadar da aşık bir kadın.
En çok da Behzat Ç.’nin abisi Şevket’i geçiştirmelerine bozuldum galiba. Ama olsun, Hakan Boyav – Erdal Beşikçioğlu ikilisini görebilmek bile yetti galiba. Hoşuma giden iki detay daha vardı. İlki; Redkit’in ailesinin öldürüldüğü akşam annesi tarafından çamaşır makinasının içine saklanması ve sonrasında mühendis olarak çamaşır makinası fabrikasında çalışması. Diğeri de filmin son sahnesine ait; Behzat’ı korumak adına Redkit’in önüne siper olan Savcı Esra’yı canlandıran Canan Ergüder ile Redkit’i canlandıran Tardu Flordun’un gerçek hayatta birlikte olmaları.