Merhaba GazeteBilkent okurları !
Bildiğiniz üzere, GazeteBilkent yazarı olmayanların “misafir yazar” olarak içeriklerini bizlerle paylaşması mümkün. 1 Eser 3 Üniversitesi yazı dizimiz de tam olarak bu konseptten yola çıkarak oluştu. Bu noktada, farklı üniversitelerde okuyan öğrencilerin ortak çalışmalarının ürünleri nasıl olur sorusu bizlere ilham verdi. Böylece kültür ve sanat konularıyla ilgili olan her okurumuz için onların da yazabilecekleri yeni bir içerik hazırlamaya karar verdik.
Süreçten bahsetmem gerekirse, öncelikle yeni yazı serimizde 3 farklı üniversitede okuyan öğrenciler tanışıyorlar. İlgi alanlarından, zevklerinden, sanata dair düşüncelerinden bahsediyorlar. Devamında, öğrenciler ortak beğenilerinden yola çıkarak birlikte yazacakları kültür sanat içeriğine karar veriyor. Sonrasında karar verdikleri içerik onlarda nasıl karşılık buluyorsa bireysel olarak yazıyorlar. Dilerlese, akademik bir üslup dilerlerse lirik bir dil. Hem biz GazeteBilkent ailesine hem de siz değerli okuyucularımıza yeni bakış açıları sunabilmeleri tek kriterimiz. Yani bizim için önemli olan, kendilerini ifade etmeleri.
Yazı serimizin yedinci grubunda Hacettepe Üniversitesi’nden Emine Can, Galatasaray Üniversitesi’nden Aykan Karpuzcu, Bilkent Üniversitesi’nden Zeynep Selçuk yer alıyor. Sanatta siyah ve beyaz çağrışımları hakkında yazdılar. İlgileri için ve ortaya çıkardıkları bu yaratıcı yazı için onlara teşekkür ederim.
Emine Can, Hacettepe Üniversitesi, Tıp
Bergman ve Toplumsal Maskeler
Yetiştiğimiz koşullar bizi biz yapar, kişiliğimize ve hayatımıza yön verir. Köşe başındaki adam orada öylece duruyor olmasa onun hakkında yazamazdım, köşe başındaki o bina yıllar önce inşa edilmemiş olsa, o adamcağız orada duramazdı. Ama tüm bunların ötesinde kendi birikimlerimizle inşa ettiğimizi düşündüğümüz eserlerimiz, bakış açımız, kişiliğimizbelki de bizden çok içinde bulunduğumuz topluma ait, ki toplumu en temelde aile ile beraber ele almak gerekir. Tıpkı Bergman sinemasını oluşturan etkenler gibi, papaz bir babanın oğluolarak büyümenin etkisini hemen her filmde işlenen tanrı-din-ölüm sorgusu üzerindengörüyoruz. Yine istenmeyen bir çocuk oluşunu filmlerinde kürtaj-anne-çocuk bağı üzerindenbizlere yansıtır.
(Persona,1966)
Peki iyimser olabilecekken karamsar olmamız da bizim dışımızda gelişen bir durum mudur, toplumun suçu mudur? Ingmar Bergman’ın karamsar bakış açısından bir tablonizamı içinde akan görüntüleri, muhteşem diyalogları tabi ki sadece içinde bulunduğu ortam oluşturmamıştır, bunlar Bergman’ın ürünleridir ve evet, Bergman’ı Bergman yapan toplumdur. Ama aynı toplumda yaşayan herkesin bergman olmadığı da su götürmez bir gerçek.
(Seventh Seal,1957)
Bergman’ı Bergman yapan ve sinema dünyasında sarsılmaz tahtını oluşturan filmi ‘persona’ da yönetmenin geçirdiği bir kulak enfeksiyonu sonucu yaşadığı baş dönmesi sebebiyle düşünmüş olduğu iki yüzün birbiri içine geçmesi fikri ile oluşturulmuştur. Persona, latincekökenli bir kelime olup ‘maske’ anlamına gelir. Duruş, görünüş anlamında da kullanılan persona, tiyatroda rol, karakter anlamına da gelir. Bir tiyatro oyuncusunun sahnede birdenbire susması ve fiziksel ya da psikolojik hiçbir neden olmamasına rağmen konuşmayı reddetmesi üzerine hastanede yaşadıklarını, hemşire ile ilişkisini anlatan ‘persona’ bizi kendi kendimizi sorgulamaya sürüklüyor. Rol yapmayı, personamızı reddedebilir miyiz? Gerçeklikkorkuyla özdeş midir? Rahatsız edici gerçeklikle karşılaşmamak için maskeler takıp rollere mi inanırız? Filmde Bergman’ın bir çığlıkla haberdeki gerçekliğe dayanamadığını vurgulaması gibi, haber izlemekten, gerçekten kaçarak, görmezden gelerek, göz yumarakyaşayabilir miyiz, böyle yaşandığı takdirde yaşayan biz olur muyuz? Peki ya maskemizyüzümüzün yerine geçerse? Ya benliğimizi kaybedersek? Babamın bir sözü vardır, ya düşündüğün gibi yaşarsın ya da yaşadığın gibi düşünmeye başlarsın. Çoğu şeyi özetliyor aslında, eğer düşündüğümüz gibi yaşamıyorsak, savaşmıyorsak, göz yumuyorsak, düşünmemizin bir önemi kalır mı, insanlığımızın bir önemi kalır mı? Kendi gerçekliğimizi kaybetmiş olmaz mıyız? Toplum bizi oluşturuyor da, biz içinde bulunduğumuz toplumdansorumlu değil miyiz?
*“Benim anlamadığımı mı sanıyorsun? Var olmak denilen o umutsuz düşü… Olur gibi görünmek değil, var olmak. Her an bilinçli, tetikte… Aynı zamanda başkalarının huzurundaki varlığınla kendi içindeki varlık arasındaki o yarılma… Baş dönmesi ve gerçek yüzünün açığa çıkarılması için o bitimsiz açlık… Ele geçirilmek, eksiltilmek ve hatta belki de yok edilmek… Her kelime yalan… Her jest sahte… Her gülümseme yalnızca bir yüz hareketi… İntihar etmek? Hayır. Fazlasıyla iğrenç… İnsan yapamaz ama hareketsiz kalabilir, susabilir. Hiçdeğilse o zaman yalan söylemez. Perdelerini indirip, içine dönebilir. O zaman rol yapmaya gerek kalmaz, bir kaç farklı yüz taşımaya ya da sahte jestlere. Böyle olduğuna inanır insan. Ama gördüğün gibi gerçeklik bizimle dalga geçer. Sığınağın yeterince sağlam değil. Her tarafından yaşam parçaları sızıyor ve tepki vermeye zorlanıyorsun. Kimse gerçek mi yoksa sahte mi diye sorgulamıyor. Kimse sen gerçek misin yoksa yalan mısın demiyor. Bu sorunun yalnızca tiyatroda bir önemi olabilir. Belki orada bile değil. Seni anlıyorum Elisabeth, susmanı anlıyorum. Hareket etmemeni anlıyorum. İsteksizliğini fantastik bir sisteme bağlamışsın. Anlıyor ve hayranlık duyuyorum. Bitene kadar bu oyunu oynamalısın. Ancak ozaman bırakabilirsin. Tıpkı diğer rollerini bıraktığın gibi bunu da yavaş yavaş bırakırsın.”*
* Persona
Aykan Karpuzcu, Galatasaray Üniversitesi, Hukuk
Man Ray: Karanlık Odaların Şairi
Takvim yaprakları 1890 yılının nasıl olduğunu tam olarak bilemediğimiz bir ağustos gününü gösterdiğinde küçük Man Ray, belki de ilk rüyasını görmüştü. 86 yıllık ömrü boyunca birçok kez daha rüya görecekti ve bu rüyaların arasında resimden fotoğrafa, filmden heykele birçok sanat dalıyla uğraşacaktı. Bu çalkantılı yolculuğunda sık sık tekrarlamaktan çekinmediği mottosu ise şu olacaktı: “Karşınıza çıkan bütün kapıları açın ve oradan özgürce yürüyün.”
Fotoğraf sanatının emekleme aşamasında olduğu 1900’lü yıllarda Paris’in ünlü Vogue dergisine ünlülerin kendilerinden daha ünlü olacak fotoğraflarını vermekle meşgul olan Ray, aynı zamanda karanlık oda denemelerinde, siyah beyaz hayallerine hayat veriyordu. Birkaç basit yay, tel ve bir fotoğraf kâğıdıyla, emekleyen fotoğraf sanatına, karanlık odalara çıkan bir kapı açtı ve yürümesi için yardım etti: Rayograf. Kendi kelimeleriyle “doğayı değil, hayallerini fotoğraflayan” Ray, bu teknikle gerçeküstü hayallerini bir de fotoğraf kâğıdı üzerinden izleme imkânı buluyordu. Nedensizliğin estetiğinin, kıvrımların ve köşelerin hazzının sonuna kadar hissedilebildiği bu fotoğrafla nefessiz kalan dadaistler bu tekniğe “dadaizmin saf hali” diyecekti.
Sonraki yıllarda hayallerini karanlık odalardan stüdyolara taşıdı Man Ray. Onun sanatında özgünlük önemli bir yer tutuyordu: “Mükemmel ile orijinal arasında bir seçim yapmak zorunda kalsaydım, orijinali seçerdim.”
Modellere alışılmışın dışında pozlar verdirerek onları yüksek çağrışım gücü olan nesnelerle fotoğraflayacaktı. Gökyüzünde süzülen ince bir dudağı somutlaştırırcasına uzanan ve keskinliği ellerinin zarafetiyle yumuşatıp harikulade bir kontrast oluşturan Lydia ise Man Ray’in en sevdiği modellerindendi.
1934 yılının sıradan bir sonbahar gününde sıra dışı bir biçimde tanıştığı ve otel odasına davet ettiği Kiki’yi ise 6 yıl boyunca fotoğraflayacaktı Ray. Bir seferinde ise Kiki’nin gözlerinin altına cam boncuklar yapıştırarak siyah beyaz bir çığlığın sesi olmaya çalışacaktı. Yardım arayan gözler ve keskin gözyaşları arasında ince bir hat çizen burun ise fotoğrafın gizli öznesi olacaktı.
Bir başka seferinde ise yarı uyur halde bir Afrika maskesi tutacaktı Kiki. Gerçeküstücü fotoğrafın, ancak rüyalara yaraşır bir dinginlikle harmonisiydi bu. Gölgelerin dansına, ürkütücü bir gizem ve yapay bir şefkat eşlik ediyordu sanki.
Man Ray, dört elle sarıldığı sanat hayatına veda edip ebedi hayallerine karışmadan evvel bir vasiyette bulunmuştu. Mezar taşına “umarsız, ama ilgisiz değil” yazılacaktı. 59 yıllık sanatçılık kariyerinin bir özetiydi bu söz. Dadaizm ve sürrealizm ile araya çekilmiş bir setti, Man Ray’in savunmasıydı…
Takvim yaprakları 1976 yılının yine nasıl olduğunu tam olarak bilemediğimiz bir kasım gününü gösterdiğinde yaşlı Man Ray, muhtemelen son rüyasını görmüştü. Man Ray, bu iki rüya arasında resimden fotoğrafa, filmden heykele birçok sanat dalıyla uğraştı. Bu çalkantılı yolculuğunda sık sık tekrarlamaktan çekinmediği mottosu ise şu oldu: “Karşınıza çıkan bütün kapıları açın ve oradan özgürce yürüyün.”
Kaynakça:
https://www.linternaute.fr/biographie/art/1775474-man-ray-biographie-courte-dates-citations/
https://www.theartstory.org/artist/ray-man/
https://sanatkaravani.com/sanatin-sanat-dunyasinin-bukalemunu-man-ray/
http://www.fotografokulu.org/man-ray-1890-1976.html
Zeynep Selçuk, Bilkent Üniversitesi, Hukuk
SİYAH BEYAZ DÖNEMLERDEN BİR DANS: SWİNG
Kadınlar kloş etek, hafif kabarık elbiseler giymişler. Erkekler de dönemin moda anlayışına uyan kombinlerini pantolon askıları ile taçlandırmışlar. Kıyafetlerin sembol ettiği ruh adeta dansçıların çehresine yansımış. Kahkaha ve neşe var ! Doğaçlamanın getirdiği yeniliklere açık figürler var ! Eğlenmenin ve anı yaşamının dansından bahsediyorum. Swing ! Adeta ortaya çıktığı siyah beyaz dönemi canlı renklere boyayan bir enerjiye sahip bu dans aslında bir şekilde hepimizin belleklerinde.
Amerika’da caz çağının yaşandığı 1920’lerde ortaya çıkmış bu dans esas olarak swing müziği eşliğinde yapılıyor. Lindy Hop’un figürlerinin sadeleştirilmesi ile 1920’lerde ortaya çıkan bu dans çeşidi, 1950’lere dek en popüler dönemlerini yaşamıştır. Bu yüzden siyah beyaz dönemlerin ve nostaljinin çağrışımı niteliğindedir.
Swing için savaştan çıkan ve dolayısıyla yenilenme sürecinde olan bireylerin yaratıcılıklarını ifade etme şekilleri demek mümkün. Yani dans; buhran dönemlerine meydan okuma, geçmiş üzüntüleri sindirip neşelenmeye karşılık gelmekte. Bu bağlamda “swing” kelimesinin Türkçe karşılığı dikkate alınabilir: sallanmak ! Dansçılar neşelerini sallanarak dışavuruyorlar ve bununla birlikte, oldukça iddialı figürleri de mevcut: Kadın dansçıyı havaya kaldırmak, bacak arasından geçirmek, zıplamak ya da perende atmak… Ne dersiniz, dansın felsefesi mutluluk yaratmak için sallanmak ve enerji yükseltmek olabilir mi ?
Swing dansının ritmi için çok hızlı veya çok yavaş demek doğru olmayacaktır. Zira dansın ritmi ara ara hızlanıp yavaşlamakta. Bu özelliğiyse dansın caz dinamiğinin yoğun olmasından gelmekte. Bununla birlikte, dansın Afro Amerikan kökenleri olduğu da dikkate alınmalı. Zira dansın kıvraklığı ve enerjik ruhu şüphesiz bu köklere de dayanıyor.
Sinemada klasikleşmiş bir Swing filmini sizlere önermek isterim. Thomas Carter’ın 1993 yapımı Swing Kids filmi. Özellikle müzikal tutkunlarının bayılacağı filmin ikonik sahnelerine aşağıda yer alan bağlantılardan ulaşabilirsiniz. Bu sahnelerde sallanma enerjisinin akıcılığını ve neşesini hissedeceğinizi düşünüyorum. Zira, yönetmen ve oyuncular hem birbirlerinin dillerinden hem de dansın ruhundan anlıyorlar ! Sevgili okurlar; iyi izlemeler, dinlemeler ve en önemlisi sallanmalar !