Bollywood yapımı, ünlü Hindistanlı yönetmen Sanjay Leela Bhansali’nin, başrolünü eşsiz Hindistanlı oyuncu Amitabh Bachchan’nın üstlendiği bir film, Black. O kadar vurucu, o kadar duygu yüklü bir film ki; insanı darmadağın eden, iki kere başlamama rağmen yarıda bırakmak zorunda kaldığım, dayanamayıp bitiremediğim bir film. Sonunda kendimi tutup, tüylerim diken diken, ağzım açık bir şekilde bitirebildiğim bir başyapıt. Dram film sevenlere, duygusallığın sömürülmediği, sadece sizlere güzel bir senaryoyla verildiği; eşsiz, samimi bir eser.
Film, ünlü Amerikalı Pedagog Helen Keller’in yaşam öyküsünden esinlenilerek çekilmiş. Peki kim bu Helen Keller? Bebeklik çağından beri kör, sağır ve dilsiz olan, hayatındaki tek rengin, hatta tek olgunun siyah olduğu ama buna rağmen pes etmeyip bu sonsuz karanlıktan ışığa doğru sürekli koşar adım yol alan bir insan. Onun çabası, insan üstü bir çaba. Hayatındaki tüm bu olumsuzluklara rağmen, o bir çok insanın başaramadığını başarmış. Beş lisan öğrenmiş; bisiklet, kano ve yelkenli kullanmış; yüzmüş, satranç oynamış Helen Keller. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir çok makale ve kitap yayınlamış bir akademisyen. Dünyada ölümsüz insanlar arasında yerini almış bütün engellerine rağmen. Arkadaşı Mark Twain onun için şöyle demiş: “Sezar, Büyük İskender, Napolyon, Homeros, Shakespeare ve bütün ölümsüzlerle aynı kulüpte buluşan insan. Bundan bin yıl sonra da en az bugünkü kadar ünlü olmaya devam edecek.”
Tabii ki filmde Amerikalı Helen Keller’in bu efsanevi hayatı Hindistan kültürüne göre aktarılmış. Amitabh Bachchan, Helen Keller’ın -filmdeki adıyla Michelle McNally’nin- öğretmenini canlandırmış. Michelle’e elleri ile konuşmayı öğretmiş. Her nesneyi ona dokundurup eline yazmış ve Michelle de bu yolla tüm kelimeleri öğrenmiş. Filmde Michelle’in ilk öğrendiği kelimenin (su) canlandırıldığı sahne, şu ana kadar izlediğim en vurucu; duygusal ve insanı darmadağın eden sahnelerden biriydi. Bu filmi diğer dram filmlerinden ayıran en önemli özelliği, anlatılanların ve özellikle duygusal sahnelerin tadında bırakılıp bayağılaştırılmaması. Yani sahneler, insanlar çok duygulansın ve “vay be ne kadar çok ağladık” densin diye abartılarak yansıtılmamış. Bu da filmi samimi ve gerçekçi bir dram filmi yapmış.
İnsan filmi izlerken kendini Michelle’in yerine koymadan edemiyor. Acaba biz dünyaya bu şekilde gelsek; kör, sağır ve dilsiz olarak, bu kadar başarılı, hayata bu kadar bağlı bir insan olup çıkabilir miydik? Bu gerçekten cevaplaması çok zor bir soru çünkü şu an bile bizler Helen Keller’ın sahip olamadığı duyulara sahibiz ama onun gibi ölümsüz olamıyoruz. İnsan filmi izlerken her sahnede ne kadar şanslı olduğunun bir kez daha farkına varıyor.
Müthiş oyunculukların olduğu, insanı derinden etkileyen bir film olmasının yanı sıra bu film, insanı düşünmeye sevk eden, haline şükretmesini sağlayan da bir film. Yönetmen Sanjay Leela Bhansali büyük bir iş başarmış. Michelle’in, yani gerçek adıyla, Helen Keller’ın neler hissettiğini bizlere çok iyi aktarmış. Son olarak filmi herkese tavsiye ediyorum. Ama yalnız olarak, karanlıkta izlemenizi öneriyorum. Tabii dayanıp bitirebilecekseniz…
Şimdiden iyi seyirler.