Bergama deyince ilk akla gelen şey, Antik Yunan mirasları ve Akropol oluyor genellikle. Eğer kent tarihlerine karşı biraz ilgiliyseniz; Bergama’nın “ızgara tipi kentleşmenin” meydana geldiği ilk kentlerden biri olduğu düşüncesi de belirebilir aklınızda. Ancak Bergama, bunların çok daha üzerinde bir kent tarihine, bağlamına ve yapılaşmasına sahiptir.

Şehre ilk girdiğinizde, Cumhuriyet Caddesi üzerinden gidiyorsanız eğer, şehrin genel bakımsızlığı karşısında birazcık hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Araçla gezmeyi bırakıp şehri bir şekilde yürümeye başladığınızda ise, bakımsız gözüken birçok yer, şehrin tüm tarihi varlığıyla size daha sıcak gelecektir.

Bergama’nın kuzeydoğusunda Kızıl Avlu adlı, M.S. 2.yüzyılda Roma döneminde inşa edildiği sanılan; Mısır Tanrısı Serapis’e adandığı bilinen; eski dönem tapınağı, Osmanlı döneminde hapishane ve şimdiki dönemde avlu olan kırmızı kiremitten yapılmış yapı bulunur. Yapının dışında ufak bir avlu bulunur ve bu avlu, yerel halk tarafından kullanılan, bir çeşit buluşma ve dinlenme yeridir. Buranın çevresinde Geleneksel Bergama evleri olarak adlandırılan evlerin bulunduğu mahalleler yer alır. Uzaktan baktığınızda harabeden başka bir etki uyandırmayacağını sandığınız, ancak biraz daha yaklaşınca fark edebileceğiniz insanın içini bir tuhaf eden tarih yatar Kızıl Avlu’da. Çevresindeki dükkânlar, avlunun bu tuhaf etkisine çoktan kapılmış olmalılar ki; kasvetli bir gizem çökmüş durumda hepsinin üzerine. Daracık yolun iki yanında kafanız karışmış halde dolanır durursunuz, ama içinizden gitmek gelmez hiç.
                                                                                                               KIZIL AVLU

Kızıl Avlu’nun üst kısmında, yani daha kuzeyinde ise, Akropol denilen Antik Yunan Uygarlığı’nın her antik şehirlerinde bulundurdukları, şehrin dini merkezi; kentin daha aşağı kısımları olan çarşı bölgesinde ise, Osmanlı, Selçuklu, Bizans ve Roma dönemine ait birçok yapı bulunur. Günümüzde bu yapıların çoğu, gerek konut olarak, gerekse iş yeri olarak, işlevini sürdürmektedir. Şehrin güney kısmında ise, tarihi kalıntı miktarı azalmakta, buna oranla Cumhuriyet döneminde yapılan yerleşim alanları bulunmaktadır.

Şehrin içinde, Arasta olarak tanımlanan, birçok esnafın hala eski dönemlerdeki gibi iç içe, dostane bir şekilde çalıştığı bölgede çok sayıda tarihi bina mevcuttur. Ayrıca, bu bölgenin üst ölçek dokusunun, bazı binalar yıkılsa ve yerine yeni binalar yapılsa bile, hemen hemen aynı kaldığı söylenir. Gerçekten de, bu derece organik dokular, genelde tarihi kentlerde görülüyor; Bursa ve Beypazarı gibi. Izgara tipi olarak tanımlayabileceğimiz karelaj şeklindeki kent dokusu, şehrin üst taraflarında, yani daha çok Antik Yunan ve Roma kalıntılarının bulunduğu bölgelerde görülmektedir. Bunun nedeni ise, kentin merkezinin Karesioğulları döneminde başlayan ve Osmanlı döneminde en çok değişime uğrayan; ancak şehri çevreleyen dağların yamaçlarından eteklerine kadar Antik Yunan etkilerinin sürmesinden kaynaklıdır ve Antik Yunanlılar, şehirlerini ızgara tipi plana göre düzenlerler; Osmanlı’da ise kent dokuları daha organiktir.

Arasta ve çevresindeki tarihi binalar ve dokular, insanı gerçekten o dönemi yaşıyormuşçasına etkileyebiliyor, çünkü Bergama halkı da buna oldukça katkıda bulunuyor. Sizi bu rüyadan uyandıran, yanı başınızdan geçen bir motorlu taşıt olabilir, şayet bende öyle olmuştu. Çarşıların bulunduğu dar sokaklara geçmeden önce, sizi Çengelköy’de bulunan Çınaraltı’ndaki gibi kocaman bir çınar ağacı karşılar. Bunun dışında, hemen hemen her camiinin altında bir çay evi bulunur. Özellik olarak kahvehanelere çok benziyor, çünkü sadece erkekler bulunuyor bu mekânlarda. Arastanın çevresinde bulunan Çukurhan, Taşhan, Hacı Hekim Hamamı gibi tarihi yapılar, günümüzde de işlevlerini yerine getirmektedirler. Ancak, Bedesten binası şu anda tamamen kapalı ve giriş kapısının önüne ise, yeni bir bina dikilmiş durumda. Yöre halkının söylediğine göre, önündeki binayı yıkıp bedesteni restore etme düşüncesi varmış belediyenin, ancak bu henüz netleşmiş bir şey değil. Çukurhan, hala işlevini yerine getirse de; oldukça bakımsız ve köhneleşmiş bir iç mekân haline gelmiş durumda. Bedestenin çaprazında bulunan Şadırvan Camii, Selçuklu minaresinin yanında bulunmaktadır. Kapı üzerindeki mermer yazıtta, 1550 yılında Osman oğlu Hacı Hasan tarafından yaptırıldığı yazıyor. Selçuklu Minaresi, Selçuk dönemi mimari tarzda yapılmış olup, 13. Veya 14. Yüzyıllarda inşa edildiği söylenir. İşlemeleri ve tarihi konumu nedeniyle, çarşı bölgesine hâkim olan yapılardan biridir.  Şadırvan Camii Caddesi’ni aşağıdan kesen Bankalar Caddesi’nde bulunan Yeni Camii, Kulaksız Camii ve 2. Üçkemer Caddesi üzerinde bulunan Emir Sultan Camii de bölgedeki tarihi camilerden yalnızca birkaçıdır.

 

 

 

 

 

 

Çarşı girişi, Büyük Çınar

 

 

 

 

 

 

Biraz daha yukarı çıkacak olursak, çayın ağzına kurulmuş olan Ulu Camii, köprüsüyle beraber gözümüzde bir tarihi doku oluştururken; çevresinde de organik tarzda bir mahalle meydana getirmektedir. Mahalledeki konutlar, genel olarak tek ve iki katlıdır. Çoğunun cephesi rengârenk boyanmış taş evler, genelde Rum evidir. Masal diyarlarındaymışsınız gibi bir etki oluşturan bu mahalle, yukarısında Domuz Alanı denilen küçük meydanla ve meydanın Virankapı’ya bakan manzarasıyla bir bütünlük oluşturur ve gezmeye gelen insanları, birdenbire orada yaşamaya ikna ediverir. Ancak, aynı şeyi Kızıl Avlu’nun çeperini oluşturan mahalleler için söylemek biraz daha zor olurdu. Bu mahallede, ürkütücü sayılabilecek bir derecede tarihi, yıkılmış ve boş evler bulunmaktadır. Bu nedenle, mahallede bir hayalet etkisi yaratmaktadır ve mahalledeki insanların çekingen olmasının nedenini oluşturuyormuş gibi hissettirir insana. Yollar, top oynayan ve ip atlayan çocuklardan yoksundur ve mahalleli, yabancılara tuhaf tuhaf bakar, burada ne işiniz var, ne diye geldiniz dercesine.

Leave a Reply