Herkes biraz şairdir benim ülkemde. Her hanenin sakladığı bir dert vardır elbet, uzun kış gecelerinde oflayıp dururken evlerin bacaları, o masmavi gökyüzünde akşamlar koyu bir çay gibi demlenir. Saat ilerledikçe kendine döner insan, o gündüz kalabalıkları, şehir ışıkları, gürültüler… Hiç yaşanmamışlar gibi susar o an. Demlenirken mavi, koyu bir lacivert kalır geriye pencerelerde, bir de birkaç dileklik yıldız… Herkes biraz şairdir; fakat mahcup yanakları al al saklar sevdasını yürek. Gün susar, düş susar, insan susar da, bir sessizlik kalır bağır çağır kulaklarında, uyutmaz o kırk yıllık yastık insanı bir gece. Bu ne cürettir oysa hep birlikte birleşip, bir cümle bile kurmaya cesareti olmayan kelimelerin mısralara bürünen pervasızlığındaki? Üstelik belki de hiçbir zaman sizi duyamayacağını bildiğiniz halde, kaç şiir yazdınız sağır sultanlarınıza? Siz hiç o en gizli çekmecelerinizde yangında ilk kurtarılacak sevdalar saklamadınız mı? Bundandır belki de postacıların öğle vakitlerinde uykuya dalışı…

Peki, nedir mendillerimize sevda gibi sürülen kalemin anlattığı? Size küçük bir sır vereyim mi?

Otoriter bir annenin küçük ve yaramaz çocuğudur aslında şiir; gittiği her yerden önce bir güzel tembihlenir, uslanır; gördüğü her yerde cebindeki tüm kelimeleri dökercesine tüketmek ister hayatı. O kadar ani, öyle birdenbiredir ki varlığı, dünyanın tüm saatlerinin durduğu yerde küçücük bir sessizlik yahut darmadağınık bir gürültüyle buluşmaya gidiyormuşçasına atar adımlarını. Öyle bir yaramaz ki, kelimeler bundan böyle hiç toparlanamayacak sanırsınız. Öyle bir anne ki, bir bakışıyla hizaya getirir, cümlelere dönüştürür çocuğunu. Bundandır ki şiir, bir gizli dünya, darmadağınık bir hayal ve dünyanın tüm cümlelerinden sonra bekleyen derli toplu bir noktadır hayata.

Şiir… Dünyanın tüm sıfatlarının ince bir ceket gibi omuzlarınızdan atılıp bulutlara asılışıdır belki. Bulutlar ağırlaşır, ağırlaşır, gökyüzünün mavisinin griye değdiği vakit bir dolu yağmurla ıslanır insanlar. Islandıkça birbirlerine yaklaşır ve görürler ki aslında farklı değildir birbirlerinden sakladıkları bir damla yaşın rengi.

Şiir, dünyanın tüm dillerini, tüm dinlerini, tüm ırklarını ve cinsiyetlerini tozlu bir ayakkabı gibi bırakıp kapının eşiğinde, bir dostun evine sığınmaktır. Bundandır ki artık, tüm sıfatlara sahip olabilme yetisiyle kendi sıfatlarından sıyrılır insan. Hiç sevgilisi olmamıştır belki dünyanın en güzel aşk şiirlerini yazan adamın; ya da dedesini çok önce kaybetmiştir belki onu ne çok sevdiğini anlatan şiiri yazan küçük kız, hiçbir zaman çocuğu olmayan bir kadın, iki çift siyah göze dünyayı kondurmuştur kalemiyle. Demek istiyorum ki şiir, hayata eklenmiş bir çoğul ekidir, sizi tek başına kimliğinizden sıyıran.

Mademki bir kez yaşayacağım şu güzelim hayatta, binlerce kez yaşamayı denemeliydim. Bundandır yirmi bir yaşındaki yüreğimin uçan balonunun ipini kaçırmış oturup ağlayan bir çocuk kadar küçük, sevdiklerini sonbahar gibi yitirmiş bir büyükanne gibi olgun, mahalle arasında tavla oynayan bakkal ve manav amcalar kadar içten, gezmeye giden hanım teyzeler gibi sohbete muhtaç oluşu; üstelik tüm sıfatlarımı cebimde kaybettiğim yerde…

Hani şu tüm yağmurların ardından gökkuşağını beklediğimiz yerde…

Görüşmek üzere…

Leave a Reply