“Ey canımın güftesi, Eylül’ün ikinci haftasıydı o sıra
Bana gülümseyerek getirdiğin bir bardak suydu o sıra

…”

                                                                       Turgut Uyar

“Kıyıdaki Elmaya Bir Ses” adlı şiirinde hasretle sesleniyor sevgiliye Turgut Uyar. Düşüp giden gün gibi o eski takvimlerden, yalnızca zaman mıydı özlenen? Peki ya bir elma, bir mavi deniz, bir pullu balık ve hatta bir baba… Sevmek gibi içimize işleyen sırılsıklam ve üşüten yüreklerimizi bir Eylül akşamında, ayak izlerimizi bıraktığımız kumları bir yağmurla dolduran ve silip kaybeden bizi, bu hayat değil mi?

İnsanlar –ki birçoğu sevmişti nisanda bir çift siyah gözü, bahardı kalplerini hissettikleri vakit. Oysa bunca şiir, bunca şarkı Eylül’de yazılmışken, neydi yüreğimizdeki tezatlığa bir denklik kurmaya çalıştığımız? Neydi Alpay’a okul yolunu bekleten şarkı, Bülent Ortaçgil’in “Eylül Akşamı”nın dışında sormadığı tesadüf niyeydi? İncesaz’dan yüreklerimize hüzün dolusu değen, Pilli Bebek’e aşk gibi görünen o sarı sonbahar neydi?..

Peki, yalnız Turgut Uyar mı? Nazım Hikmet ki merakındaydı “kalbinin kızıl saçlı bacısı” , Piraye’sinin 23 Eylül’ünde 1945’in, hasretle değiyordu beyaz kâğıda düşen siyah mürekkep ve şöyle sesleniyordu şair biricik karısına:

“…

Ve ne düşünüyor, beni mi?

Yoksa ne bileyim, fasulyanın neden bir türlü pişmediğini mi?

Yahut insanların çoğunun neden böyle bedbaht olduğunu mu?

O şimdi ne düşünüyor, şu anda, şimdi, şimdi?…”

                                                                       Nazım Hikmet Ran

Merak,  Nazım’ın fikrini küçük, cılız bir tohumu yemyeşil bir ormancasına yeşertirken , neden sonra bir rüzgâr sesi gibi mağrur ve içten, döndürüyor başımızı Cemal Süreya. Ve yitip giden günlerini büyük bir kızgınlıkla bakın nasıl anıyor şair;

Eylül’dü dalından kopan yaprakların sararan yanlarına yazdım adını

Sahte bir şiirden ibarettin oysa

…”

Cemal Süreya

            Kim bilir… Kiminin öldüresiye hasret, kiminin delicesine öfke ile andığı mevsim, bir mısra yahut küçücük bir beste ile dökülürken dudaklarımızdan, tesadüfen özlüyoruzdur belki de aynı günlerini zamanın…

Belki de kısa kollu kıyafetlerimiz ürpertmeye başlayınca güneş altında yanan tenimizi ve yavaş yavaş çıkartmaya başladıkça hırkalarımızı dolabımızın kışlık bölümlerinden biz, kollarını çekiştire çekiştire yaşadığımız günler üşütüyordur ruhlarımızı; derin ve tek kişilik yalnızlıklar gibi…

Ve anıyoruzdur yaşanmış ve yaşanacak mutlu günlerimizi hasretle, “olmaz mı?”

Leave a Reply