Diyaloglar net açık ve seyirciyi sıkmamak için kısa olmalı gibi kalıplar vardır ama sizin filmlerinize baktığımız zaman uzun diyaloglar görüyoruz ve bu kalıpların dışına çıkıyor. Aksine filmde de en dikkat çekici unsurlardan biri bu oluyor.
Yaşamda kurallar koymak, meseleleri anlaşılır hale getirmek insanları hep rahatlatır. Bunu gündelik hayatta, hukukta, sosyal konularda, siyasette falan yapmanın bir anlamı vardır elbette. Örneğin; anayasalar basit, anlaşılır yapılmalıdır. Bunun nedeni, bir arada yaşamayı kolaylaştırmasıdır ama sanat bunun tam tersi bir yerden beslenir. Diğer alanlarda yaşadığımız tespitlerin, orada duyduğumuz ihtiyaçların tam tersi bir ihtiyaç yüzünden sanatın kapısına geliriz. Böyle olunca buralarda yapılanın tam tersi bir gidişatın olması gerekir sanat ile ilgili olarak. Ancak bunu da yapan, anlayan, ihtiyaç duyan da insan olduğu için böyle her şeyi adını koymak, kuralları oluşturmak, rasyonalize etmek gibi içgüdüselliğinden dolayı sanat en başta nedensiz bir şekilde yapılan bir şey olarak insan yaşamına girmiştir. Buna mağarada duvarlara resim çizen insanları örnek verebiliriz, bir kabilenin içinden bir ya da iki kişidir. Oradaki insanın en temel görevi avlanmak, yemek yemek, uyumak ve hayatta kalmak iken bir iki tane ters insan nedensiz bir şekilde, hiçbir ihtiyacın karşılığı olmadan bir şekilde duvarlara yaşadıklarının resmini çizmeye kalkmışlar. Sanata duyulan ihtiyaç böyle bir nedensizlik, metafizik duygudan kaynaklanır. Zaman içerisinde sistemleşerek büyüyen, güçlenen insan özellikle kapitalist dönemde sanatı da bir tür yarar olarak okuyup, ondan da faydalanmaya kalkmıştır. Böyle olunca da sanatın doğasının anlaşılmazlık, nedensizlik, asla tanımlayamayacağımız bir manevi, ruhsal hal olduğunu unutup, buna duyulan ihtiyacın da bundan kaynaklandığını unutup; bunu da gündelik bir karşılığı olan bir şey haline getirme, hatta bir meslek haline getirme eğilimi doğmuştur. Mantıklı olan başka şeyler, olgular için geçerli olan durumlar sanat içinde geçerli olmaya başlamıştır ve şimdi bayağı bir eğitilebilen, hazırlanabilen, yetiştirilebilen, kuralları olan bir şey haline getirilmiştir. Bu tabii tamamen en başta söylediğim düzen duygusu ve insanların sistemleştirme doğasının bir parçası olarak gelinen bir sonuçtur. Bu da sanat ile ilgili sahici duyguları olan bir insanın, sanatçının inatla direnmesi gereken bir meseledir. Sanatın bize sağladığı özgürlük alanları bu kuralsızlıklar olmalıdır. Bu insanlık tarihinde de böyle gelmiştir. Tarkovski ilk çıktığı zaman sinemacı olarak kabul edilmekte çok zorluk çekmiştir, Van Gogh öyle bir ressam olarak gelmiştir. Bu hep böyle gitmiştir. Sanata duyulan ihtiyacın kaynağı da budur zaten. O yüzden hele de bir sanatçının bu tarz şeyler önermesi, burayı bir uzmanlık alanı, otorite alanı olarak nitelemesi kadar utanç verici bir şey olamaz. Direkt hakarettir bu ama insanın böyle bir dürtüsü de var, bunu da anlayabiliyoruz. İşte onun sonuçları da bu şekilde yani kurallara bağlı, “şunları şunları yaparsan iyi film çekersin, iyi roman yazarsın, iyi resim yaparsın” gibi. O zaman sanatın masa üretmekten ne farkı kalır ki? Dolayısıyla böyle bir şey yok. Ben bunları fark eden biri olarak senaryo yazarken başvurduğum tek duygu anlaşılır değil ‘anlaşılmalı’ olmaktır. Zaten böyle bir dürtüye sahip olamazsan bu işte sanat dışında çok başka bağların var demektir.
Bana o diyaloglarda mekân önemini yitiriyor gibi geliyor, sadece konuşmaya odaklanıyorum. Sanki aynı diyalog başka bir mekânda çekilseydi de olurmuş gibi hissettiriyor.
Şöyle toparlayabiliriz, bunun amacı bir duygu yaratmaktır. Bambaşka bir ihtiyaca denk düşen bir duygu yaratabilme gücü ve yeteneğidir. Bunu nasıl yaparsan yap. İstersen hiç konuşturmadan yap, istersen bütün bir filmi tek bir sahne ile iki kişiyi konuşturarak yap. Nasıl yaparsan yap. O yüzden ben bunun çok da önemli olduğunu düşünmüyorum. Dediklerinizin karşılığı şu; kurallara bağlanma, insanları sıkamama eğiliminin bir sonucu olarak belirli zamanlar, kısıtlamalar getirilerek masaya, buzdolabına, koltuğa benzer bir şey haline doğru giden bu sinemada başka bir şey olarak gözüküp de bir de duygu uyandırdığı zaman bu sizin gibi insanların ilgisini çekiyor. Büyük bir çoğunluk sıkılıyor bundan, bu ayrı bir konu ama bu duyguyu yaratabildikten sonra nasıl yarattığının çok önemli olduğunu düşünmüyorum. Ben böyle bir insan olduğum için böyle bir dil buluyorum.
Kitap okurken hayalimizdeki sahneyi kendimiz canlandırıyoruz ama sinemada insanların gözünden aynı sahneyi bir de sizin canlandırıyor olabilmeniz lazım o yüzden film bu aşamada daha zor bir hal alıyor.
İşte inandırıcılık ve gerçeklik duygusu bu yüzden çok yüksek olmalıdır. İmajınasyondan önce direkt ona gerçeği vaat ediyorsunuz. İster gerçeği bozarak ister gerçeğin üzerinden o inandırıcılığı sağlamak zorundasınız.
İnsan filmlerde kendini ruhen biri ile özdeştirmek istiyor. Hastalıklı bir durumdur.
İşte bu biraz önce bahsettiğimiz sistemin insanı ideolojik bir varlık haline getirmesinin sonuçlarıdır, algılarımıza bile bu denli müdahale edildiğinin kanıtıdır bu. İtiraf etmem gerekiyorsa ben bile yapıyorum bunu; zaten daha geçenlerde bir film seyrettim bu olaylar geçtikçe şu olacak bu olacak gibi sistemin ideolojisinin algısı ile düşünme, belirlenme durumunu ben bile yaşıyorum. Bu konuda beni, kafamdaki bu kurguyu algıyı bozabilen filmde bambaşka bir yere oturuyor.
Filmleriniz de özellikle final sahnesi belirsiz olarak bitmektedir öyle ki karakterlerin ruhsal çözümlemeleri de seyircinin hayal gücüne kalmıştır.
Bazı insanlar hayatta böyledir, bunu üzerine tartışamazsınız ki. Bunun tartışılacak bir şeyi yoktur zaten yani şunu tartışabiliyor muyuz hayatta; sen neden böyle bir insansın diye ya da bunu sorgulayabiliyor muyuz? Yaşam şöyle bir şeydir bazı şeylerin nedenleri merak edilebilir ve sorulabilir ve bulunabilir ama bazı şeylerde nedensiz bir şekilde sadece sonuçları ile kabul edilir, onunla yaşamak zorunluluğu içerir. Neden öldüğümüzü sorgulayabiliyor muyuz? Bu onun gibi bir şey. Bu ahlaki olarak da olması gereken bir şeydir. Ben uzman değilim bu veya başka bir alanda. Ben tıpta bile uzmanlığın tartışılabilmesi gerektiğini düşünüyorum. Uzmanlığın arkasındaki otorite ve iktidar duygusunun tartışılmaz olması ve yaşamımızda iyi ve değerli bir şey uğruna bile olsa bir dayatma şeklinde geri dönmesi konusunun bile tartışılabilir bir şey olduğunu düşünen biri olarak, bu kadar soyut bir alanda nasıl bir uzmanlık yapabilirim. Üç tane ödül aldım, beş tane adam beni beğendi, en iyi yönetmen seçildim diye bu alanda uzmanlık iddia etmek dünyanın en alçakça ve utanç verici şeyi. Bu kadar belirsizliğin mesele edilmiş bir alanda ve anlam arayışı dediğimiz bir alanda; böyle bir kendinden eminlik, böyle bir uzmanlık sahiplenilmesi gerçekten utanç verici ve alçakçadır. Mesela ben sanat ile dinsellik arasında böyle bir bağlantı kuruyorum. İnsanlar bugün normal fiziksel alanda, gündelik hayatta uzmanlara, otoritelere ve iktidarlara ihtiyaç bile duyuyorlar. Bırakalım bunları kabul etmeyi bunlara ihtiyaç bile duyuyorlar, hatta bunlar için deliriyorlar. Din gibi artık yüzyıllar boyunca bir süreç içerisinde rasyonelleşmiş, dünyevileşmiş bir alanda bile burada uzmanlık ya da otoriterlik yapan birine sıradan bir insan sen Allah ile kul arasına nasıl giriyorsun, bu maneviyat ile ilgili bir duygu, sen kimsin denemeyen bir dünyadayız. Böyle bir dünyada sanat gibi bu kadar soyut ve somut ihtiyaç ile hiçbir ilgisi olmayan bir alanda böylesine bir uzmanlık iddiası nasıl olabilir? Korkunç bir şeydir. O yüzden benim bir filmimi “aa neden” diye bir şekilde bitirmemden başka daha doğal bir şey olamaz. Ben insanlara somut şeyler söylemiyorum benim böyle bir hakkım yok. Sinema yapmak benim özgürlüğüm değil benim sorumluluğum. Sinemayı böyle tarif eden birisi nasıl böyle “şu şudur bu budur, şunun sonu böyle olacak, bu hikâye şöyle bitecek” gibi iddialarda bulunabilir.