Hücreler bölünür ve ikisi de ilk hücre olmayan iki hücre meydana gelir. Bu hücreler bölünen hücre değildir artık, aynı olsalar bile.  Büyüme ve gelişme doğası gereği kendini yok etme üzerine kuruludur. Kendini yok etmek, derinlerde genlerimize işlemiş bir şekilde bizleri kaçınılmaza sürüklemektedir. İnsan doğasını bu yadsınamaz tarafı elbettedir ki psikolojimize, düşünce yapımıza ve davranışlarımıza etki eder. Öyle veya böyle, kimse değişimden kaçamaz ve değişmek, yok oluş ile olur; farkında olsak da olmasak da.

Geçtiğimiz ay Netflix’e çıkan Annihilation filmi de tam da bunun üzerinde inşa edilmiş bir bilim-kurgu yapımı. Uzaydan dünyamıza düşen bir “şey”, etrafında “parıltı” denen bir alan oluşturur ve bu alan görünüşe göre gittikçe büyümektedir. Bu alanın içerisine ne gönderilirse gönderilsin geriye dönen ne bir kayıt ne de bir insan olmuştur. Natalie Portman’ın canlandırdığı Lena’nın kocası Kane, bir görev gereği bu parıltının içine gider ve öldü sanılır. Fakat bir yılın ardından Kane, çok az şey hatırlayarak geri döner ve komaya girer. Lena da kocasının o göreve çıkması konusunda duyduğu suçluluk ile bir sonraki görevde içeri girmeyi kabul eder. Fakat içerideki hayat bilinenden çok farklıdır.

İçerideki uzaylı “şey”, etrafını saran her şeyin yapısını bozmakta ve DNA’larını karıştırmaktadır. Yaşayan her şey mutasyona uğrarken içeri giren beş kadın araştırmacı da giderek birbirlerine karıştıklarını fark ederler. Her şey içeride kırılmakta ve sürekli bir şekilde yeniden mutasyona uğramaktadır. Kadınların ruh halleri, zamanı algılayışları ve karakterleri giderek karmaşıklaşır.

Spoiler vererek devam edecek olursak,

Filmin sonunda bir tek Lena hayatta kalır ve sonlara doğru, aslında bütün bu Bilimkurgu uzaylı hikâyesinin bir metafor olduğunu anlarız. Film, aynı anda birçok farklı anlama gelebilecek şekilde tasarlanmış bir sona sahip. Şöyle ki film, en temelde kendi kendini yok etme, kendi kendine zarar verme eğilimi hakkında. Bütün karakterler bu kavram etrafında dönen hayatlara sahip. Kadın bilim insanlarından psikolog olanı insanın içinde iken kendini yok etmeye dair kaçınılmaz bir dürtü olduğunu ve bunun aslında DNA’mızdan başka bir yerde saklı olmadığını, yani bizi biz yapan değerlerden biri olduğunu söylüyor. Haklı sayılır aslında, insanlar bir yok olma dürtüsüyle baş başadır hayat boyu, eski “ben” solar gider farkında olmadan ve ortaya başka birisi çıkar. Bu belki de ölümle bağdaştırılabilir. Güzel şeyleri mahvetmek… Kendi kendimize zarar verip ortaya yeni bir şey çıkar hücrelerimizden, doğanın kendisinden gelen bir şeydir belki de.

Filmde bu uzaylının ve etrafındaki parıltının kanseri temsil ettiği de düşünülebilir. Kanser de bize ait bir şeyi dönüştürüp insanı yok eden bir durumdur. Bu durum genetiğimize işlemiş durumdadır fakat kanserin kendisi bunu bize zarar vermek için yapmaz. Bu yüzden diğer hastalıklardan farklıdır; virüsler veya bakteriler gibi bizi hasta ederek bir faydaya ulaşacağı dürtüsü ile hareket etmeyişi, bizim bir parçamız olmasına karşın değişenin bizi yok ettiği ortadadır.

Sonuçta ortada güzel bir bilim-kurgu olduğunu görüyoruz. İyi bir bilim-kurgu, insana insan olmakla ilgili bir şeyler anlatmalıdır. Bu film de öyle işte…

 

Leave a Reply