Begüm Erdoğan & Şevval Türkileri
Sing Street
Sing Street, daha önce Once ve Begin Again gibi aynı türde filmlerin yönetmenliğini üstlenen İrlandalı John Carney’in 2016 yapımı müzikal, komedi ve drama türünde bir filmi. Başrollerinde Ferdia Walsh-Peelo, Lucy Boynton, Maria Doyle Kennedy, Aidan Gillen ve Jack Reynor bulunuyor.
Kısaca filmin nasıl kıvılcımlandığından bahsetmek gerekirse, 1980’li yılların fakir ve tek umudu ülkelerini terk edip İngiltere’de iş aramakta bulan insanlarıyla dolu İrlanda’sında başrolümüz 15 yaşındaki Conor’ın ailesi ekonomik durumları kötüleşince çareyi çocuklarının eğitim masrafından kesip onu ücretsiz bir devlet okuluna göndermekte buluyor. Okulda ilk günden bir sürü rezalet çıkıyor.
Canından bezen Conor, bu duruma alışmaya çalışırken model olmak isteyen güzel Raphina ile tanışır ve (çok şaşıracaksınız ama) ondan hoşlanıyor. Tabii onu etkilemek ve onunla daha fazla zaman geçirmek için bir müzik grubu olduğu da söylüyor olabilir. Siz sormadan söyleyelim, evet, hikâyemiz burada başlıyor, spoiler yemediniz!
Sing Street bir başyapıt mı değil mi, tartışılabilir ancak içimizde bir yerlere dokunacak kadar sıcak, samimi ve heyecanlı. Biz de gözlerimize kaçan tozları temizleyerek izledik filmi, doğruyu söylemek gerekirse. Görselliği nedeniyle de kalplerimizde ayrı bir yer edindiğini belirtmemiz yerinde olur.
Tabii müzikallerden bahsederken günümüzün gergin kutuplaşma konularından La La Land’e de bir gönderme yapmadan olmaz. Eğer La La Land’i seviyorsanız ve bundan gurur duyuyorsanız, veya La La Land’den nefret ediyor ve bunundan gurur duyuyorsanız, sizden ricamız, bir de Sing Street’i deneyin. Sonuçların çok renkli olacağından eminiz.
Billur Güven
Sweeney Todd: Fleet Sokağı’nın Şeytan Berberi
Tim Burton’un 8 dalda Tony ödüllü müzikali Sweeney Todd: Fleet Sokağı’nın Şeytan Berberi (2007), birçok ülkede sayısız defa sahnelenen müzikalin sinema uyarlaması. Burton’un özgün anlatım tekniklerinin, Sweeney Todd’un talihsiz ve karanlık öyküsüyle birleştiği filmde başrolleri Tim Burton’un iki favori ismi Johnny Depp ve Helena Bonham Carter paylaşıyor.
İlk olarak 1846-47 kışında İngiltere’de yayınlanan haftalık bir dergide talihsiz hikayesi anlatılan Sweeney Todd, o günden beri pek çok farklı yapımla karşımıza çıktı. 1979’da Broadway müzikali olarak ilk defa sahnelenen Sweeney Todd: Fleet Sokağı’nın Şeytan Berberi, 19. yüzyılda geçen bir intikam hikayesi. Şeytan berberin öyküsü haksız yere Avustralya’ya sürgüne gönderilen Benjamin Barker’ın yıllar sonra eşinin ve kızının intikamını, hayatlarını mahveden acımasız yargıç Turpin’den almak için Londra’ya dönmesi ile başlıyor. Yargıç Turpin’i, Harry Potter’ın Severus Snape’i Alan Rickman oynuyor. Filmde Alan Rickman’ın varlığı bile Sweeney Todd’un izlenmesi için önemli bir sebep.
Tim Burton’un biricik oyuncusu Helena Bohnam Carter ise Sweeney Todd’un (Johnny Depp) iş ortağı Bayan Lovett rolünde. Etli turta fırını olan Bayan Lovett, seri cinayetler işleyerek intikamına yaklaşan Sweeney Todd’un cesetlerinin icabına turtaları insan etiyle doldurarak bakıyor. Bu arada Burton’un filmlerinde kullanmayı tercih ettiği karanlık ve gotik atmosferinde etkisiyle ilginçleşen hikayede birkaç eksikle tüm orijinal müzikler kullanılmış.
Sweeney Todd: Fleet Sokağı’nın Şeytan Berberi müzikallerdeki dans sahnelerini abartılı ve fazla bulan insanlar için de güzel bir alternatif. Röportajlarında müzikalleri izlemeyi çok sevmediğini dile getiren Burton, diyalogların arasına serpiştirdiği müziklerle hikayeyi anlatırken dansla diyalogları bölüp abartmamış.
Dramatik öyküsü, karanlık atmosferi, kostümleri, oyuncuları ve Tim Burton imzasıyla Sweeney Todd: Fleet Sokağı’nın Şeytan Berberi müzikal sevmeyenleri de etkileyecek ilginçlikte, izlemeye değer bir yapım.
Bengisu Şimşek
The Lure
Polonya sineması eleştirmenler tarafından “garip” olması dolayısıyla çokça eleştirildiğini duyarız, Polonya yapımı bir müzikal filminin de Hollywood yapımı müzikaller yanında tuhaf kaçması son derece normal karşılıyoruz. Deniz Kızlarını Şarkısı (The Lure) gibi etkileyici bir filmi bir cümleyle özetleyecek olursak, deniz kızı efsanelerine post modern bir soluk getiren
bir korku müzikali diyebiliriz. Bu korku müzikali aynı zamanda iki genç kızın büyüme hikayesini deniz kızı metaforuyla anlatıyor. İki genç kız topluma ayak uydurmaya çalışıyor, bir deniz kızıyken bunun çok daha zor olacağı aşikar.
Bedenlerini ve kendilerini keşfetmeye çalışan Golden ve Silver kendilerini fani insanların acımasız sömürü dünyasında bulurlar. Olağandışı güzelliğe sahip olan kız kardeşler Polonya’da ünlü bir gece kulübünde alışmaya başlarlar. Onlar, insan etine ve sevgiye açken gece kulübüne gelen insanlar da güzelliğe ve yine bir nevi “et” görmeye açtırlar. İki tarafı bir araya getiren en büyük etken ise müziktir. İçlerinden gelenleri büyülü sesleriyle şarkı söyleyerek dile getiren kardeşler kimi zaman neşeli şarkılar söylerken kimi zaman da ağıt yakarlar.
Deniz Kızlarının Şarkısı yetişkinler için masal niteliğinde de aynı zamanda. Bir taraftan iki gencin büyümesini izlerken bir yandan aşk hikayesi ve ihanet görüyoruz. Golden ve Silver şarkılarını çoğunlukla acılarını dile getirmek ve toplumda biraz daha yer edinebilmek için söylüyorlar. Edinemeyeceklerini anladıklarında ise yalnızca birbirlerine söylüyorlar.
Müzik onlar için hem bir sığınak hem de dış dünyayla iletişime geçmenin en etkin yolu. Bu açıdan baktığımızda klasik müzikal anlayışından yine uzaklaşıyor Deniz Kızlarının Şarkısı, yani bizlere sunduğu masal mutlu değil hatta yıkıcı bir masal. Acının müzikle dile getirildiği harika bir görsel şölen.