Dublinli Olmadan Dublinliyi Keşfetmek

‘’Zola’nın bir metni bir babanın elimizden tutarak bize ‘bak şu binaya ve düşün’ demesine benzer. O binanın anlamını belki apaçık söylemez, ama sezdirir. Joyce’un metni ise bizi, o binanın duvarına çarptırır. Metin uzaklardan gülümseyerek bakar ve karşısında yapayalnız kalırız.’’ Orhan Pamuk

‘’Orda bir köy var uzakta

O köy bizim köyümüzdür.

Gezmesek de, tozmasak da

O köy bizim köyümüzdür.’’

Ahmet Kutsi Tecer’in bu şiirinin bestesinin küçükken annemden duyduğum sözleri bende her zaman gitmediğim ve görmediğim bir yeri özlememe neden oldu. İlk başlarda gitmediğim, görmediğim ve bilmediğim bir yerken dokuzuncu sınıfın başında o yer, bir anda James Joyce ile tanışınca tanıdık bir yer oluverdi. James Joyce ile tanışmamsa Dublinliler gibi daha yapıca basit olan bir kitapla olmasından ziyade maalesef ki Ulysses ile oldu. Rivayetlere göre James Joyce’ un asıl planı Ulysses’in Dublinliler içindeki öykülerden biri olmasıymış ancak kendini yazmaya o kadar kaptırmış ki Dublinliler bitmeden o, bir insanın sadece yirmi dört saatini anlatan bin küsür sayfalık romanı, iki ayda bitirmiş. Benim şanssızlığım ise bunu bilmemem oldu, bunu biraz araştırmış olsaydım üstünkörü geçilen karakterlerin altyapılarının aslında en başta Dublinliler’de başladığını ve bu kitabın bir devam niteliğinde olduğunu bilebilirdim.

ulysses 2

Bir başka rivayete göre Dublinliler hikâyeleri Dublin’i o kadar gerçekçi anlatıyormuş ki kitap seri basıma geçtikten sonra İrlanda halkı James Joyce’ a uzunca bir süre ateş püskürmüş ve bir dönem halkın siniri onun heykelini Dublin Meydanı’ndan indirmeye kadar varmış. Bununla birlikte Oğuz Atay’ın da ölümünden önce planlamakta olduğu Türkiye’nin Ruhu kitabını da Dublinliler hikâyelerinden esinlenerek yazmaya başladığı söylenir. Kitap, Dublin ve İrlanda’ya ilişkin bütün sosyoloji çözümlemelerini hikâyeler aracılığı ile kusursuz yapıyor öyle ki kitabı kapattığımız zaman farkında olmadan İrlanda ile alakalı birçok şey öğrenmiş olarak buluyoruz kendimizi. Öte yandan James Joyce’un bu kitapla birlikte empresyonizmin zirvesine ulaştığından bazı bölümlerde öykülerin okuyucu boğduğunu düşünüyorum. Nasıl mı? Evet, gerçekçilik iyidir ancak bu kadar da gerçekçi olunmaz! Sanayi devrimi yüzünden İrlanda’nın kirli havasında öksürtemezsin beni! On yedi yıl İzmir’de yaşadım ama sizi temin ederim İzmir sokaklarını Dublin’in sokakları kadar iyi bilmiyorum, bunların hepsi Joyce’un o can alıcı betimlemeleri sayesinde…

dubliners 2

‘‘Ama bedenim bir arp ve onun sözleri ve jestleri teller arasında gezinen parmaklar gibiydi.’’ 

Dublinliler’in bu tam anlamıyla empresyonist tarza ulaşmasının bir diğer nedeni ise kişiye Dublin’i sıradan insan öyküleri ile hissettiriyor olması, tamamıyla klişe de olsa bunu söylemek zorunda hissediyorum. Sıradan insanların öyküleri her zaman daha ilginç ve cezbedici olmuştur bunun nedeni aslında çok basit: Kahramanlarda göremediğimiz kendimizi, bu sıradanlıkta kolayca yakalayabiliriz. Bu sıradan insanların sıradan çevrelerine mâhkum oluşlarını anlatan, dillendirilemeyen bir gitme istenci ve kapana kısılmışlık hissini fazlasıyla yoğun şekilde veren on bir hikâyenin bir de şöyle bir ayrıntısı var: Her hikâye birbirinden ne kadar bağımsızsa aynı şekilde birbirine de bir o kadar bağımlı. Daha açık olmam gerekirse, hikâyelerin kahramanları farklıyken aslında on bir hikâyede birbirinden hemen sonrasını temsil ediyor: Çocuklukla başlayıp, son hikâye “The End” içindeki ölümle sona eriyor. Aynı zamanda kitaptaki hiçbir ana karakter Dublin’de tutsak oldukları durumlardan kaçamamış olsa da James Joyce’un şehre artık dayanamayıp sanatı için Paris’e gitmesi de bana kalırsa gerçekten çok ilginç bir detay.

Daha önceden Sait Faik’i bu sıradan insanların sıradan hayatlarını anlatan öykülerin tek üstadı kabul ederken Dublinliler’de ilk hikâyeden itibaren karşıma çıkan can alıcı betimlemeler ve değerlendirmeler de James Joyce’ un bana ‘’Beni unutma!’’ deme biçimi oldu gibi hissediyorum.

James Joyce’un birçok farklı ideolojiyle büyümüş olmasından dolayı öykülerinde de her tarz ideolojiyi yansıtmış olması ve öykülerin iç karartıcı, kasvetli, öldürmeyip de süründürten ama bunlarla birlikte bir o kadar da canlı, mutlu ve yaşama sevinci veren kurgusu ise kitabı türdeşlerinden ayıran en önemli özellikler olarak karşımıza çıkıyor bana kalırsa.

‘‘İlk dublesi bitmiş, içinde bir kıvılcım hissediyordu. Viskinin sıcaklığı vücuduna henüz etki etmeye başlamışken biraz daha içmeliydi. Şişeye baktı; ancak bir duble daha çıkardı ve evde başka şişe yoktu, cebinde olmayan para gibi. Arkadaşları daha içiyorlardı, şişeyi bitiren o olmasın diye eliyle bardağın ön kısmını kavrayarak gizledi. Artık son bitiren olmadığı için viski almak zorunda kalmayacaktı.’’

Kitapta siyah bira, kök bira ya da viski ile ilgili yüzlerce cümle bulabiliriz ancak bu alıntının benim için çok özel bir anlamı var. Hatta benim için o kadar anlamlı ki bana göre edebiyat derslerinde yepyeni bir konu olarak okutulması gerekiyor, bakın: İlk görüşte arkadaşlarıyla kendi evinde içen fakir bir bireyle karşılaşıyoruz, ardından bu sıradan fakir bireyin sarhoşluğunu onunla birlikte hissediyoruz ve bu hissiyatın içindeki maddiyat kaygısıyla İrlanda’da şişeyi bitirenin yeni şişe alması geleneği öğreniyoruz. Bu bana kalırsa Orhan Pamuk’un sözünü ettiği duvardan başka bir şey değil. Kitabı okuyalı aylar olmuşken başlıkta Dublinliler‘i gördüğüm anda aklıma gelenin ilk başta bu alıntı olması da bana kalırsa bunun en büyük kanıtı.

1914’te ilk basımı gerçekleşmiş Dublinliler şimdi 102 yaşında ve bugün onu bir kez daha bitirdim ve yeniden aynı şeyleri hissettim. Kitapta tecavüz, dolandırıcılık, okuldan ya da kiliseden kaçma, zorla evlendirilmek var. Bir asırdan fazla geçti ve hâlen değişmeyen insan davranışları var. Bu kitabın büyüsü işte saf bir şekilde burada yatıyor: Hâlen hepimiz sıradanız. Hâlen hepimizde sıkıntı, kapana kısılmışlık hissi ve kaçma arzusu var ama hala da hiçbirimizde ne güç ne cesaret var.

Leave a Reply